Bakir kalmış coğrafyasına, elverişli fiyatlarına, ortaçağ kasabalarını hatırlatan dokunulmamış mimarisine, havasının ve suyunun kattığı lezzetli yiyeceklerine kapılan turistler, zamanında yaşanmış sert idari dönemlerin ve kıyasıya savaşların sonuçları için şöyle bir ahlanıp vahlanırlar, ama sonrasında gidecekleri başka bir yere geçerler. Halbuki orada doğmuş, büyümüş, idarelerin baskısıyla bunalmış, savaşların gazabıyla çok şey yitirmiş insanlar, dünyaya dağıldıkları yerlerde hayatlarının parçalarını toplamaya çalışırlar durmadan, bunu da en çok sanat yoluyla, mesela yazarak yaparlar. İşte Balkan gerçeği, mesela Yugoslav olmak, budur sanki.
Rahmetli babaannem Novi Pazarlıydı. Annesiyle beraber iki kardeş, dayılarını ziyarete gelmişler, geliş o geliş; 1930’larda Türk vatandaşlığına geçmişler, sonraki tüm ömürleri burada geçmiş. Yine de Novi Pazar’da su kenarında yeşillikler içinde babasıyla birlikte elleriyle beslediği geyikleri her zaman anlatmıştır babaannem; sıla hasretinin, memleket özleminin, nostaljinin nispeten iyi yaşamış bir insanda bile ne kadar yoğun olduğunu öğrenmişimdir bu masalsı anlatılarından, bir de Balkan topraklarının ne kadar bereketli olduğunu, yeşil olduğunu. Yakın dönemde kısa bir Karadağ-Kotor tatili sonrasında, hakiki yeşili, dağı ve boyumun uzunluğunun nereden geldiğini anlamış oldum! Dağılan bir ülkenin nispeten hiç yıkım görmemiş (1991-1992 arasında komşu Dubrovnik kuşatmasına katılmış Karadağ askerleri, ama kendi topraklarına kimse girememiş o süreçte) kentlerindeki insanların bile ne kadar sert durdukları dikkat çekerken, coğrafyanın Osmanlı-Habsburg-Romanov imparatorlukları altında, onlarca farklı etnik ve dini farklılıklarla ayrışan milletler arasında yaşanan savaşlardan, idari çekişmelerden, sonrasında gerek Nazilerin gerekse de Tito sonrası basiretsiz sosyalist idarelerin kök söktürücü tavırlarından mustarip insanların ne halde olduğunu daha da merak ettim. Bu nedenle bir zamanlar Yugoslavya’yı oluşturmuş ama şimdi bağımsız devletler haline gelmiş ülkelerden insanların yazdıkları romanlara bakınmaya başladım.
Dağılmanın metaforu bedensel hastalıklar
Tesadüfen ilk elime aldığım, Karadağ’ın başkenti, bir zamanların Burguriçe’si, Yugoslavya’nın Titograd’ı Podgorica’da benim doğduğum yıl doğmuş Ognjen Spahić’in –Tugay Kaban çevirisiyle dilimize aktarılmış– sert romanı Hansen’in Evlatları’nın Dedalus baskısı oldu. Bir ülkenin dağılmasının adeta metaforu olarak, insanın dağılmasını ve lanetlenmiş gibi gözükmesini sağlayan cüzzam hastalığını merkezine alan romanında Spahić, Çavuşesku Romanya’sına yerleştirdiği çöküş esnasında Avrupa’nın son cüzzam hastanesinde geçebilecekleri kurgulamış. Zaten hastalıkları nedeniyle toplumdan dışlanmış insanların, hastanenin kıyısında olup biten tüm gösterilere, çatışmalara, devrilen idarelere bulaşamadan, kendi içlerinde mücadelelerini nasıl verdiğini okurken, her şeyi kenardan ve ortaçağ mimarisinden izleyen bir Karadağlının nasıl hissettiğini düşünmeye çalıştım.
Yugoslavya dağılmasını kısmen içinden izlemiş, Bosna-Hersekli, Saraybosna doğumlu, ama aslen Ukrayna kökenli bir ailenin haşarı çocuğu Aleksandar Hemon, Everest Yayınları tarafından Seda Çıngay Mellor çevirisiyle yakınlarda yayımlanan otobiyografik yapıtı Hayatlarımın Kitabı'nda, Tito’nun ölümü sonrasında (1980’ler biter 1990’lar başlarken) ülkesinde yaşanan tüm çalkantılar esnasında, gençlerin asıl dertlerinin dünya gençleriyle hemen hemen aynı olduğunu ama buna rağmen nasıl ülkenin parça parça söküldüğünü, daha da kötüsü insanların, -üstelik kendi Shakespeare uzmanı edebiyat profesörü de dahil- eğitimli insanların fırsatını bulduğunda Nazileri aratmayacak kötülükleri büyük bir soğukkanlılıkla işlediklerini yazdığından, bir Bosnalının nasıl hissedebileceğini anlamaya çalıştım. Elbette savaşın hararetli döneminde, soykırım boyutunda katliamların karşılıklı yaşandığı zamanda çoktan Amerika’ya geçmiş Hemon’un yanı sıra, kuşatma altında kalmış, belki de savaşmış bir yazarın yapıtını da okumam, Yugoslavya’nın dağılması trajedisini daha iyi anlamama yardımcı olacaktır.
Bir sonraki okuduğum roman, Burhan Sönmez’e İstanbul İstanbul kitabı için verilen 2018 EBRD Edebiyat Ödülü’nün adayları arasındaki Hırvat yazar Daša Drndić’in Belladonna’sı oldu ve böylece bir Hırvatın, sadece dağılma savaşı döneminde değil, sonrasında da Yugoslavlıktan nasıl men edildiğini, elindeki imkanları nasıl kaybettiğini ve aslında bu yaşananların çok önceden, yüzyılın başından beri Balkan insanlarının zaman zaman izlediği “köksökme” politikalarına ne kadar benzediğini okumuş oldum. Drndić’in dopdolu, yoğun romanı tek bir adamın, Andreas Ban adlı bir Hırvat aile babası, yazar, psikanalist, akademisyen, entelektüelin tarihin çarkları dönerken idarelerle insanların parçalanmasının arasından nasıl geçtiğini anlatıyor. İlginç olan, Drndić’in kahramanına tıpkı Spahić’in cüzzamı benzeri bir dağıtıcı hastalık kondurması: Romanın çok büyük bir kısmı, nadir görülse de bir erkeğin de başına gelebilen meme kanserine yakalanmış Andreas Ban’ın tedavisi ve bu esnada şahit oldukları üzerine kurulmuş. Sanırım ülkelerinin dağılmasını düşünürken, bir de bu dağılmaya ivme kazandıran 1986’nın büyük nükleer felaketi Çernobil’den etkilenen tüm Doğu Avrupa ülkelerinin (bizim ülkemiz de dahil olmak üzere) insanlarının başına sık gelen kanser hastalığını, eşleştirebilecekleri bir metafor olarak bulabiliyor eski Yugoslavya’nın çağdaş yazarları. (Hemon’un kitabında da, sonlara doğru çok gergin ve sert bir kanser mücadelesi epizodu var, üstelik yeni kuşağın başına gelen bir hastalık söz konusu; belki de yaşananların tahribatının, gelecek kuşakları da etkileyeceğini anlamamızı istiyordur yazar.)
Bizim şimdi turist ya da okur olarak ziyaret ettiğimiz, ama milyonlarca insanın sayısız talihsiz durumdan geçtiği, idarelerinin çöküşünün altında kalırken birbirleriyle kıyasıya savaştığı, bambaşka ülkelerde kendilerine yeni hayatlar bulmaya çalıştıkları, sonrasında kendi ülkelerini yeniden inşa etmeye çalışırken yer yer akıllanıp duruldukları, yer yer de tekrar patlayan bir volkan gibi anlık şiddetlerin insanları her daim alıp götürebileceğinin hissedildiği bir yer olduğunu unutmamalı Avrupa’nın en güzel toprakları Balkanlar’daki eski Yugoslav ülkelerinin. Ben eski Yugoslavların neler hissettiğini anlamaya devam etmek üzere Sloven Drago Jančar’ın yine Dedalus tarafından yayımlanan –Sina Baydur çevirisi– yapıtlarını okumaya koyulurken, bir de zamanında Pupa Yayınları tarafından yayımlanmış ama baskısı bitmiş Semezdin Mehmetinoviç’in Saraybosna Blues’unun da (yine Sina Baydur’un Ay Başman’la çevirisi) peşine düşeceğim; peki siz nereye gitmek ve neresinden yaklaşmak istersiniz bu trajik coğrafyaya, edebiyata?
Görsel: Tolga Tarhan
Yeni yorum gönder