Kalabalık ve karmaşık bir dünyada olup bitenleri anlamlandırmaya çalışırken, kimi zaman topladığımız verilerin çokluğundan başımız dönüyor ve her şeyi basitleştirecek bazı teorilere teslim olmayı tercih edebiliyoruz: Her şey bir şer kaynağından doğuyor ve gördüklerimizin hepsinin arkasında hep o şer şebekesi bulunuyor! Meşrebinize göre şer şebekenizi seçebilirsiniz, dünyanın çoğulluğunu tekil bir-iki şablonla açıklayabilirsiniz, dünyanın düz olduğunu rahatlıkla iddia edebilirsiniz. Çünkü hayat sizi çok yormuştur, aklınız çok berrak çalışmıyordur, akışa kendinizi bırakmanız rahatlatıcıdır...
Şer şebekeleriyle ilgili komplo tarihleri ve gerçekten de tarih boyunca faaliyetleriyle tarihin akışını yönlendirmiş hiyerarşilerle işbirliklerinin örnekleriyle dolu bir çalışma -paranın, emperyal ülkelerin, nüfuzlu bankacıların ve bakanların tarihçisi- Niall Ferguson tarafından yakın dönemde yayımlandı: The Square and the Tower (Meydan ve Kule). (Kitabın İngiliz versiyonunda altbaşlığı Networks, Hierarchies and the Struggle for Global Power [Şebekeler, Hiyerarşiler ve Küresel İktidar için Mücadele] iken Amerikan versiyonunda daha örtük bir altbaşlık tercih edilmiş: Networks and Power, from the Freemasons to Facebook [Şebekeler ve İktidar, Masonlardan Facebook’a]. Bu farkı nasıl yorumlamalı acaba?) Kişisel olarak bu tarz teorilerle dolu tarih kitaplarından, edebiyat yapıtları haricinde, pek hoşlanmam. Ülkemizde sayısız örneği yayımlanır; ve pek çok “aklı başında” kişinin bile bu türden komplo teorilerini baz alan düşüncelerini ve söylemlerini görüp bir anlığına üzülürüm. Böylesi yapıtların bizi nereye getirdiğine bir baksanıza hem. Ama nedense Oxford ve Cambridge çıkışlı, popüler olmakla beraber düzgün bir tarih anlayışı olduğu izlenimi edindiğim bir tarihçi olarak Niall Ferguson’un, pek çok tarihçinin kaynak eksikliğinden dolayı tarihin akışını etkileyen şebekeleri tarih yazımına alamadığını, ama insanların yazışmalarından ve aralarında kurdukları ilişkilerin kanıtlarından şebekeleri saptamanın mümkün olduğunu öne sürerek böylesi bir çalışmaya yönelmiş olması, benim bile merakımı cezbetti. Ayrıca belki şu şebeke (ya da ağ ilişkileri, yani “network”) nedir, nasıl işler, nasıl anlaşılır gibi konularda biraz pratik bilgiler edinebilirim diye düşündüm.
Niall Ferguson’un çalışmasına kadar bu konularla ilgili okuduğum en kapsamlı yapıt, Umberto Eco’nun 1988’de İtalya’da ilk defa yayımlanan Foucault Sarkacı romanıydı (maalesef Dan Brown’ın romanlarını hep Umberto Eco’nunkilerle karşılaştırarak küçümsemişimdir, benim ayıbımdır belki de bu). İnsanlık tarihini birbirinin peşi sıra eklenen şeytani komplo şebekeleri olarak anlatmaya meraklı, ama aynı zamanda ileri derecede üçkağıtçı karakterlerle dolu Eco roman(lar)ının çok zevkli ve güzel olmasından dolayı memleket okurlarımız tarafından çok fazla inanıldığını ve gerçeklikle uydurmanın birbirinden ayırt edilmesi konusunda hiçbir zaman pek başarılı olamadığımızdan da her türlü üfürüğün kolaylıkla fırtınaya dönüşebildiğini düşünmüşümdür. Gerçi sadece biz değil, yakın tarih boyunca pek çok ülke ve toplumda üfürükçü şebeke komplolarının pek çok kanlı sahneye yol açtığı da gözüküyor: Eugène Sue’nun romanlarından Ziyon Bilgelerinin Belgesi’ne sıçranması örneğinde olduğu gibi, pireden deve yapılarak yorgan yakılması her daim insan alışkanlığı galiba.
Bir asırlık bir ustanın bilgelik mirası: Direniş
Geçen ay yayımlanan Arjantinli usta yazar Ernesto Sabato’nun Direniş adlı -yüz yaşında hayatını kaybetmesinden bir süre önce tamamladığı- son yapıtı, tam da tesadüfen daha önceden Ayrıntı Yayınları tarafından yayımlanmış üç romanını (Tünel, Kahramanlar ve Mezarlar, Karanlıkların Efendisi) arka arkaya okuduğum bir döneme denk geldi. Foucault Sarkacı’ndan çok daha önce, Kahramanlar ve Mezarlar’da körler örgütü ve Karanlıkların Efendisi’nde bugün bildiğimiz tüm gizli örgütler, dünyayı yönetme arzuları, şeytani bağlantılar gibi tam teşekküllü komplo menüsü yer aldığından okurken çok heyecanlanmıştım. Sabato, Eco’dan farklı olarak, çok daha ulvi ve edebi bir kalem olduğundan, insanlığın halleri ve trajedileri hakkında fazlasıyla doyurucu pek çok görüyü de romanlarına serpiştirmiş. Elbette bilimsel formasyonu çok kuvvetli olduğundan (aslında enstitülerde çalışmış bir fizikçi), sosyalist olduğundan (Arjantin’deki kayıpları araştırma komisyonuna başkanlık etmiş) ve de çağının edebiyat ve sanat akımlarına aşırı parodik yaklaşabilecek kadar ilgili olduğundan kaleminden uydurduğu komploları ve şebekeleri okur tarafından gerçeklikle karıştırılmadan büyük bir zevkle okunabiliyor ve tabii Don Quijote sendromundan mustarip okurlar tarafından yine de gerçeklere benzetilebiliyor. (1960’lardan itibaren ve özellikle 1970’lerde dünya çapında bir tür “dünyanın efendileri” sendromu yaşandığı izlenimi veren bir yoğunlaşma var anlaşılan sanatlarda, daha çok da Latin Amerika’da: 1973 yapımı, Şilili matrak kült usta Alejandro Jodorowsky’nin filmi La Montaña Sagrada bir başka örneği bu konunun.)
Her şeyin her şeyle, her kişinin de her kişiyle bağlantısı bulunduğunu ve bu ağlar arasında biz insanların ne kadar da küçük, Kafkaesk böcek karakterler olduğumuzu romanlarına konu edinmekle beraber Ernesto Sabato son yapıtında müthiş bir olgunlukla, sadeleşmemizi, daha iyi bir yaşam için yavaşlamamızı, eski değerlerimizi sofuca değil de huzur için sürdürmemizi öneriyle ve sadece en yüksek niteliklere sahip olanların değil de herkesin, çocukların, yaşlıların, hayvanların, hastaların, ağaçların, her şeyin rahat edebilecekleri ve dikkate alınacakları bir dünya arzusuyla nasıl davranabileceğimiz üzerine öğütlerde bulunuyor. Çılgınlık kurgularıyla edebiyat tarihine geçmiş bir bilgeden neredeyse her satırına hayran kalınabilecek bir dinginlik ve bilgelik metni kalması, insanoğlunun ne kadar müthiş bir potansiyeli olduğunu gösteriyor kesinlikle. Anlayamadığımız dünyamızı basitleştirici komplolarla açıklamak yerine bizzat kendi hayatımızı basitleştirip sadelikle hareket etmeyi hepimiz başarmalıyız belki de; işte o zaman kucağımızda kedimiz, yolları çatallanan bir suyun kenarına oturup sakin bir hayat sürebiliriz.
Görsel: Oğuzhan Demirel
Yeni yorum gönder