Yoğun, iddialı, kalın bir kitabı başından sonuna kat ederken bir okur ne hisseder? Kendisinden önce çevirmen ve editör rahat ilerleyebilmesi için elinden geleni yapmıştır muhtemelen. Yazar ve yazarın editörleri de labirenti kurarken tüm maharetlerini göstermiş, kâh okura tuzaklar kâh okurun takip edebileceği iplikler ya da kırıntıları itinayla yerleştirmiştir. Tuğlaların dokusu, tarzı, yoğunluğu birbirine benzemez, ama bazı okurların bu tuğlalara karşı tuhaf bir merakı vardır. Daha önceleri bu tuğlaların dokusunu sökmeye yönelik seferleri yüce dağlara tırmanmaya benzetmiştim, işte önüme bir tanesi daha geldi ve bir süre boyunca, neredeyse soluksuz biçimde her fırsat bulduğumda okuyarak ilk tırmanışımı gerçekleştirdim.
Mathias Énard'ın 2008 tarihli romanı Mıntıka'nın geçtiğimiz yılın sonunda Can Yayınları tarafından -hoş bir tesadüf olarak benim Tarabya'daki güzelim okulumdan mezun- Ebru Erbaş çevirisiyle yayımlandı. Tek bir cümleden ibaret (roman içre bir roman olarak kurgulanmış İntizar'ın hikayesinin anlatıldığı bölümler hariç tutulabilir) devasa bir bilinçakışıyla Énard, Akdeniz havzasının çevresindeki şiddetin, savaşın, anlaşmazlığın yakın tarihini dökercesine dopdolu ve sert bir yapıt ortaya koymuş. Türkiye'de de 2012'de Savaşları, Kralları ve Filleri Anlat Onlara romanıyla Notre Dame de Sion Edebiyat Ödülü'nü kazanacak kadar sevilen, kendi ülkesinde Avusturyalı bir müzik adamı üzerinden oryantalizmin tarihini romanlaştırdığı son yapıtı La Boussole ile 2015'te Goncourt Ödülü'ne layık görülen, aynı yapıtın Compass adlı çevirisiyle geçtiğimiz yıl Man Booker International Ödülü'nün kısa listesinde aday olan Énard, neredeyse tüm yapıtlarında Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Avrupa arasındaki üçgende dolanıp duran insanları anlatır.
Mıntıka'da da bir tür casus romanı kurgulamış Énard; Hırvat asıllı Fransız bir ajanın bir gece boyunca yaptığı bir tren yolculuğunda zihninde tüm şahit olduklarını ve bildiklerini iç içe geçirerek, kimi zaman alkolün kimi zaman hezeyanların buğusuyla birbirine katarak sayıp dökmesinden bir tür şiddetin kısa tarihine ulaşıyor okur. Yirminci yüzyılın tüm şiddeti, faşizmin perspektifinden, annesi Hırvat bir piyanist ve babası Katolik bir Fransız olan kahramanımızın, önce Yugoslavya'nın dağılma sürecinde neo-Ustaşaların arasında savaşmaya gittiği, sonra Fransa'ya geri dönüp uluslararası ilişkiler eğitimi görmesinin akabinde bir istihbarat teşkilatına girip tüm Ortadoğu'yu alevlendirecek, Arap baharını pişirecek eylemlere kadar Lübnan İç Savaşı'ndan başlayarak en son Suriye'ye kadar nasıl şiddeti körüklediğinin kurgusal bir günah çıkarmasında anlatılıyor. İlginç nokta, bizim bugün romanı Suriye'yi darmaduman eden iç savaşın ortasında okuyor olmamız, ama romanın yazıldığı tarihte henüz Suriye sahnesi hareketlenmemişti; bu açıdan bizim sonradan şahit olduğumuz gelişmelerin aslında birtakım kurumların masalarında hazırlandığını ve hakikaten tek bir yazarın (mesela Énard'ın) bu dökümde kurgulayabildiği gibi, birtakım uzmanlar tarafından şiddetin senkronize edilebileceğini anlayabiliyoruz. Énard'ın seçtiği modernist teknik ve okurun kapılıp gitmesine sebep olan başarılı anlatımı olmasaydı muhtemelen benim gibi pek çok okur böylesi iç kaldırıcı bir dökümü, savaşın tüm vahşetini ve kendisine özgü mantığını izleyerek sıradan insanların nasıl canavarlaştığını okumayı kaldıramayabilir, sürdürmeyebilirdi. Bu açıdan böylesi anlatı oyunları ve tuğlanın karmaşık mimarisinin, aslında okuru anlatılanların şiddetinden bir parça da olsa koruyabildiği, tıpkı Picasso'nun Guernica'sı gibi yıkıma ve insanlığın günahlarına bakabilmeyi kolaylaştırdığı söylenebilir. Kendi kişisel labirentleri içinde okurların başkalarının acılarına bir nebze olsun bakabilmesi için bu türden “numaralara” ihtiyaç var açıkçası; aksi takdirde okur kendini kapatır ve kendisine ters düşen hiçbir bakış açısını bünyesine almayabilir - marazi karakteri yoksa tabii. Ancak böylesi yapıtların bir tehlikesi de, tarihin kavgalarını ortaya sakınımsız olarak tekrar tekrar atarak bir biçimde okurlara bulaştırma riski taşıması. Milyonlarca insanı etkileyen şiddetli kavgaların tarihini barındıran yapıtlara rast gelen pek çok okurun, bünyesi bu türden yapıtlara hazırlıklı değilse, kavganın nüvelerinin yer etmesiyle taraflaşmaya başlama riski bulunuyor. Zorlayıcı tekniğin bir faydası da özdeşleşme imkanını bertaraf ederek böylesi bir bulaşmanın önüne geçebilmesi. Daha karmaşık yapıda metinleri çözüp takip edebilen okurların, basit taraflaşmalara sebep olacak bakış açılarının üstüne çıkacağını tahmin ediyorum; dolayısıyla ne basit kurguların ne de kapsamlı tarih çalışmalarının yönlendirmesinden çok daha farklı biçimde böylesi metinlere bakacaklardır.
Raflarımızda bize meydan okuyan yapıtlar
Kallavi metinler açısından şanslı olduğumuz bir döneme girdiğimizi söyleyebilirim. Son yılların en karmaşık mimarili yapıtlarından biri, Mark Z. Danielewski'nin Yapraklar Evi Monokl'un özenli baskısı ve Gökhan Sarı'nın meşakkatli ve hevesli bir süreç sonucunda ortaya koyduğunu tahmin ettiğim çevirisiyle, okkalı bir yapıt olarak raflara yerleşti: Bu labirent metinde kaybolmadan önce sıkı bir hazırlık yapmak gerekir sanırım. Bu esnada Danielewski'nin tuhaf Familiar projesinin kitapları da memleket sathında bu bahaneyle ulaşılabilir hale gelecektir, Gökhan Sarı'nın bu kitaplarla yola devam etmesini dilemek çok mu ayıp olur acaba?
Yakın zamanda Jonathan Franzen'in son kallavi romanı Saflık'ın da (Purity) Sel Yayıncılık tarafından yayına hazırlandığını işittim. Elbette klasik bir tarzda, Dickensvari yazan Franzen'in metninde bir labirentte kaybolmak ya da tırmanırken oksijensiz kalmak gibi bir durum söz konusu olamaz. Ama Sel'den Will Self'in son modernist üçlemesinin ilk romanı Şemsiye'si de gelmişti zamanında, belki devam kitapları (Shark ve Phone) Sıla Okur'un tezgahında usul usul dilimizde yeniden dökülüyordur. Böylesi iddialı yapıtların yayımlanınca biz okurlar tarafından edinilmesi, illa hemen okumak için değil de, raflarımızda bize meydan okuyan, bizi kaybolmaya çağıran ayartı nesneleri olarak bulundurmak için de tercih edilebilir; aynı zamanda bu türden yayıncılık cüretine kalkışan çevirmeni ve yayıncıyı desteklediğimizi de gösterebiliriz. Son olarak birilerinin de merhum David Foster Wallace'ın ya da Thomas Pynchon'un tuğlalarına ve de Don DeLillo'nun Underworld'üne (belki yayıncısını bekleyen, Sabri Gürses'in The Names çevirisi de gelir bir yerden) cesaret etmesini dileyerek, şimdilik kucağımda yavru kedimle Yapraklar Evi'ni karıştırmaya devam edeceğimi belirteyim.
Görsel: Serkan Yolcu
Yeni yorum gönder