20. yüzyılın en önemli eleştirmenlerinden Walter Benjamin, ömrü boyunca çok çeşitli seyahatler yaptıktan (İtalya, İspanya, Almanya, Fransa, Danimarka gibi pek çok Avrupa kentinde bulunduktan) sonra, Avrupa’nın karabasan yıllarında mülteciye dönüşür ve kendisini Amerika’ya atmaya çalışırken, idari kovalamacaların ve izin prosedürlerinin saçmalıkları esnasında kapıldığı bunaltıdan çıkamaz ve Fransa-İspanya sınırındaki Portbou’da kaldığı otelde hayatını sonlandırır. 20. yüzyılın en önemli romancılarından Vladimir Nabokov, Petersburglu burjuva ailesiyle Rusya’daki devrim sürecinde Yalta üzerinden kaçar ve Avrupa’dan Amerika’ya ömrü boyunca pek çok ülkede, farklı dillerde romanlar yazar, dersler verir, sakin bir hayat kurmaya çalışır ve en sonunda İsviçre’de eşi Vera’yla birlikte yaşadığı otel odasında yaşlılığın getirdiği rahatsızlıklar nedeniyle bu hayattan göçer. Dünyanın küçüldüğü 20. yüzyıl, insanlara muazzam hareket imkanları tanırken bir de siyasi ve ekonomik kavgalar nedeniyle insanların köklerinden sökülmesini, yersiz yurtsuz kalarak sürgün vermelerini ve durmadan sınır geçmek için izin almaya çalışıp yalvarıp yakarmalarını sağlamıştır. Dünyanın göbeği niteliğindeki Avrupa’nın eski ülkelerinde başlayan çalkalanma bugün o ülkelerde nispeten azalmışken dünyanın çeperindeki pek çok ülkede insanlar birbirleriyle dalaşmaya ve birbirlerini kovalamaya devam ediyorlar. Bir zamanlar kendileri kavgalara kapılmış veya yurtlarından sürgüne çıkmış ya da yurtlarındaki insanların sürgüne çıkmalarını izlemiş Avrupalılar, şimdi kendi ülkelerine gelenleri, sınırı turist ya da imkanlı olarak aşanların yanı sıra sınırı mülteci olarak ya da imkansız koşullarla aşabilmeye çalışanların hikayelerini izlemek, anlamaya çalışmak durumunda kaldılar.
İnsan hareketliliği ve bu hareketleri düzene sokma çabaları, 21. yüzyılın belki de en önemli edebiyat temalarından biri. Geçtiğimiz aylarda Uluslararası Man Booker Ödülü’nü kazanan Polonyalı Olga Tokarczuk’un 2007 tarihli romanı Bieguni (Türkçede 2016’da Alabanda tarafından Neşe Taluy Yüce çevirisiyle Koşucular adıyla yayımlandı), bu insan hareketliliği üzerine inşa edilmiş. Zygmunt Bauman’la Italo Calvino’nun bir araya gelip yazabileceği türden çok veçheli bu yapıt düşündürüyor, bilgilendiriyor ve hem yakın coğrafyanın hem de yakın tarihin pek çok küçük noktasına dokunup geçiyor. Uçaklarla, gemilerle, trenlerle yasal yollardan, ister turist, ister seyyah, ister akademisyen, ister yazar gezinenlerin psikolojisi ve halleri üzerine kurgulanmış. Tokarczuk, Polonya’nın çağdaş zamanda yetiştirdiği en önemli yazarlardan biri, ama aslında Jung’un anlayışında bir psikanalist. (Son zamanlarda Doğu Avrupa kökenli psikanalist kadın yazarlar okurların kıyılarına daha fazla yanaşıp sağlam metinler bırakıyorlar, bir tür Julia Kristeva şablonu söz konusu galiba...) Michel Houellebecq’in başrolünde oynadığı 2014 yapımı “Kaçırılma” filminde, yazarın matrak biçimde iddia ettiği gibi, aslında Polonya diye bir ülkenin 1772’den 1918’e kadar mevcut olmadığı bir dünyada milyonlarca Polonyalı ve Polonyalılık varlığını dillerinde ve hayallerinde sürdürmüştü. Dünyanın 20. yüzyıl konjonktüründe dünya savaşı sonrası yeniden kurulan Polonya, 20. yüzyıl boyunca da trajik kaderinden kaçamaz ve önce Hitler, sonra da Stalin politikaları altında katı idareler ve toleranssız cezalandırmalar yaşar, nihayetinde Lech Walesa ve arkadaşlarının “Dayanışma” hareketiyle 1980’lerden itibaren daha stabil vaatler içeren bir idareye yönelir; aslında Varşova’da kurulmuş Doğu Bloğunun dağılmasının ardından NATO ve Avrupa Birliği’ne yanaştıktan sonra, son 15 yıldır da Avrupa Birliği’nin yeni ama istikrarlı bir ülkesi haline dönüşür. Böyle bir Polonya’da 1961’de doğmuş Tokarczuk, ülkesiyle birlikte komünist demokrasiden kapitalist demokrasiye şahit olarak büyüyen, psikolojiyi, edebiyatı ve de siyaseti karakterinde birleştiren, şimdiye kadar 15 yapıtıyla iki kez ülkesinin en önemli edebiyat ödülünü kazanan, övgüye ve dikkate değer bir isim. Yol ve dünya hallerine merak duyanlar için Koşucular, biçilmiş kaftan bir yapıt.
Bugün bir limanda gemimizin hareketini beklerken...
Bir başka Doğu Bloğu doğumlu kadın yazarın son romanı da geçtiğimiz ay Can Yayınları tarafından İlknur İgan çevirisiyle dilimizde yayımlandı: Gidiyor, Gitti, Gitmiş. Tokarczuk’tan altı yaş küçük olan Jenny Erpenbeck, 1967 Doğu Berlin doğumlu. 1990’a kadar Alman Demokratik Cumhuriyeti olarak anılan Almanya’da tiyatro eğitimi gören, sonrasında birleşmiş Almanya’da müzik eğitimi de alan Erpenbeck, günümüz Alman edebiyatının iyi yazarlarından biri olmakla kalmıyor, aynı zamanda opera yönetmeni. Dokuz yapıtından dilimize daha önceden sadece Gölün Sırrı (Helikopter, 2010) aktarılmıştı, ama son yılların parlayan yıldızı olduğundan diğer yapıtlarının da geleceğini umuyorum. Gidiyor, Gitti, Gitmiş romanında yeni emekli olmuş, eşini yakınlarda kaybetmiş Doğu Alman kökenli bir edebiyat profesörü Richard karakteri üzerinden Almanya’ya sığınmaya çalışan Afrikalı göçmenlerin yaşadıklarına yaklaşmaya çalışmış Erpenbeck. Kendi ömründe hiç göçmemesine rağmen ülkesinin idare değiştirmesiyle hayatı çeşitli kereler değişmiş Richard, arkadaşlarıyla beraber iyi niyetli çabalarla Afrikalı göçmenlere yaklaşıp bu göçmenlerin Almanya ve Avrupa Birliği idareleri tarafından kabullenilip kabullenmeyeceklerinin incelendiği bir araf/soruşturma sürecinde yaşam öykülerini dinleyerek dertlerini bir nebze dindirmeye çalışıyorlar roman boyunca. Biz okurlara da sınırı aşmak için hakları olmayanların dramlarını, sınırın içinde yaşayan ama sınırı aşanlar hakkında pek de söz hakkına sahip olamayanların reaksiyonlarıyla birlikte ne hale geldiklerini okumak düşüyor. Avrupalıların seyahat imkanları ve haklarıyla Afrikalıların (ve Ortadoğuluların ve belki de tüm üçüncü dünya ülkeleri yurttaşlarının) seyahat zorunlulukları karşılığında imkansızlıkları ve haksızlıklarını gergin, net ve soruşturan bir romanda okuyoruz. Erpenbeck’in üslubu ve Richard karakteri bana Coetzee’yi ve Coetzee’nin entelektüel ama şaşkın akademik karakterlerini fazlasıyla hatırlattı; belki de bilinçli bir şekilde beyaz adamla siyah adamın karşılaşmasının Avrupa versiyonunu Coetzee’den hareketle dile getirmiştir.
Bu iki Doğu Avrupa doğumlu ama bugünün Avrupa Birliği vatandaşı olan yazarının yapıtlarını arka arkaya okuyunca, ne kadar çok aynı noktadan geçtikleri anlaşılıyor... Üstelik zamanında Benjamin ve Nabokov gibi isimler de aynı noktalardan geçmişlerdi. Bugün bir limanda gemimizin hareketini beklerken yakınımızdaki seyyahlardan ya da sığınmacılardan hangisinin Benjamin olacağını ve bir biçimde yeteneklerine rağmen hayatının sonlanacağını, hangisinin bir Nabokov’a ya da Tokarczuk veya Erpenbeck’e dönüşeceğini bilebilir miyiz?
Görsel: Seda Mit
Yeni yorum gönder