Edebiyat gerçekten büyülü müdür? Bunu epeydir düşünüyorum. Kendi adıma, edebiyatın beni bazen büyülediği, bazen neşelendirdiği, bazen üzdüğü, bazen düşündürdüğü vaki… Yine de kesin bir yargıdan yola çıkarak “edebiyat büyüleyicidir” diyemiyorum. Peki ya okumak en faziletli eylem midir? Bu konuda da büyük konuşmak istemem, hiç de değil. Öte yandan evet okumanın faziletli eylemlerden bir eylem olduğu inancındayım. Hayatta hiçbir zaman büyük ve kesin yargılara inanamadım gitti. Hadi beni geçtik de, diğer insanlara ne oluyor böyle.
Bir kültür programında izlediğim bir yazar, okumanın faziletini öyle bir parlatıyor ki, içimden “yok artık” diyorum. Okumak, yazmak hakkındaki kesin yargılar ilk ne zaman oluştu doğrusu epeydir merak ederim. Merakımı bastıracak eserler de okumadım değil. Mesela bu aralar Can Yayınları’nın Kırkmerak serisinden çıkan kitaplara meftunum. Mustafa K. Erdemol’un Kitap Kokusu kitabı da öyle. Kitaba duyulan ilgiyi, kütüphaneler ve kültürler arası bir atlas hazırlar gibi ele almış Erdemol. Alberto Manguel’in daha önce yayınlanan kitapları da öyleydiler. İlgili okura küçük küçük kültürel kazılar yapma imkânı verdiler. Benim kitap üzerine kitapları okuma alışkanlığım daha da önce, Borges’in metinlerini okurken gelişti. O zamanlar Borgesyen diyebileceğimiz metinleri okuyanlar (Manguel de Borges kör olduğunda ona kitap okuyanlardan biridir. Hatta Borges’in Evinde diye ülkemizde de yayınlanan enfes bir kitabı da vardır) çok azdı. Ortalama okura hitap etmezdi Borgesyen metinler. Yazmaya uğraşan, yazan ya da doğrudan ilgili okurlar peşine düşerdi bu kitapların.
Sahi ne oldu da, okumak ile ilgili metinler ilgi çekmeye başladı…
Umberto Eco ve Jean Claude Carriere’nin karşılıklı sohbetlerinden oluşan Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın adlı okumaktan çok keyif aldığım kitapta önemli bir cümle sarf ediyor Eco; “Her okuma kitabı değiştirir elbette, tıpkı yaşadığımız olaylar gibi. Büyük bir kitap daima yaşar, bizimle birlikte büyür ve yaşlanır, asla ölmez.” Sanırım Eco’nun dediği “büyük kitaba” daha da yaklaştı okurlar. Hatta her okur artık bir yazar olarak karşımıza çıkmaya başladı. Yazmanın ve yayınlamanın kolaylaşması, yayınevlerinin çoğalması, kitabevlerinin ve internetten kitap satışının artması, çeviri destekleri gide gide “yazar” dediğimiz karakterin tipolojisini de değiştirdi. “Hayatımı yazsam roman olur”cuların yerini, “Aklımdaki hikâyeyi yazsam olay olur”cular aldı.
BİR ALINTI
JOHN FOWLES-AĞAÇ VE DOĞANIN DOĞASI
İyi filozoflar gerçeğin kaosunu budarlar ve sabit biçimlere sokarlar, böylece onu değerli ve lezzetli meyveler vermeye zorlarlar - en azından teoride.
Posterleşme tehlikesi
Eski “destansı yazar” imajı son buldu böylece. Günümüz yazarı ulaşılır, kolay iletişim kurulabilir biridir. Oysa destansı yazar mitolojik karakterde biriydi. Aklımıza Dostoyevski’yi, Tolstoy’u, Hemingway’i, Joyce’u, Kemal Tahir’i, Tanpınar’ı getiren destansı yazardan bahsediyorum. Yaptıkları her işte bir “fazilet” aradığımız isimlerdir onlar. Tam da bu sebepten “posterleşme “tehlikesiyle karşı karşıyalar şimdilerde. Bazı günümüz dergileri kendi edebî görüşüne yakın bulduğu bazı yazarları seçip, onların yazdıklarını ayıklayarak ortaya çıkarttıkları aforizmaları posterleştiriyorlar. Turgut Uyar gibi günlüklerinde her şeyden sıkıldığını söyleyen bir anti-sosyalden “eylemci” bir şair çıkarttılar. Hayatını edebiyat tarihine adamış, yazdığı her metinde Doğu-Batı çıkmazı karşısında çözümler aramış. Ahmet Hamdi Tanpınar’dan bir romantik, Türkiye ile ilgili fikirlerini derin bir entelijansiya eleştirisi üzerinden yazmış Oğuz Atay’dan postmodern romancı… Say say bitmez.
Roman ve hikâyedeki tipler de değişti. Edebiyat, o tipler eliyle hayatın bir yansıması, bir mizacın bir karakterde birleştiği halleri anlatmada basit bir araçtı sadece. Kabul edelim ki roman 19. yüzyılda en büyük çağını yaşadı. Raskolnikov ya da Goriot Baba gibi iddialı tipler yok artık, kendi sıradanlığı içinde boğulmuş küçük karakterler var. Modern romanın kutsal kitabı olan Ulysses epi topu bir günde geçiyor zaten, Mr. Bloom da gerçekten sıkıcı bir adam.
Düğüm de buradan kopuyor. Okumak, yalnızca “bizim edebî görüşe” yakın yazarları okursan “faziletli.” Yalnız bizim sınıfa hitap eden yazarı okursan “büyüleyici.” Diğerleri “eh işte.” Fikirde, sanatta karşımıza çıkan keskin yargılar, yazarları ve şairleri posterleştirdi.
Büyük yazarların posterlerini astığımız düşünce hayatının altı artık basitleşiyor. Bir meselenin, bir fikrin, bir edebi metnin posteri yapıldığında, onu artık herkesin yapabileceği inancı da ortaya çıkıyor. Yanlış anlaşılmak istemem. Elbette herkes “edebiyat yapabilir.” Yalnızca yaptığının edebiyat olduğuna bizi ikna etmeye çalışmasın yeter.
YENİDEN BASILSA KEŞKE
Epeydir aklımdaydı, Murat Belge’nin Sanat Edebiyat Yazıları –II kitabını okurken hatırladım. Ne zamandır Ataç’ın Sözcükleri adlı Türk Dil Kurumu’nun yayınladığı kitabı arıyordum. Öyle internetten falan da sipariş vermeyi sevmem. Bir sahaf gezisinde, bir başka kitabın peşinde dolanırken karşıma çıksın isterdim. Çıktı da. Keyifle karıştırdım tekrar. Neden keyif aldığımı merak ediyorsunuzdur. Anlatayım… Dilde sadeleşme, Öz Türkçe gibi meseleler eskiden beridir ilgilendiğim alanlar. Çünkü gerçekten komik. Yani otobüse “çokoturgaçlıgötürgeç” demenin komikliği bir yere kadar.
Yabancı kelimelere Türkçe karşılıklar bulunmasında bir gariplik görmüyorum. Ama illa da dilimizdeki Farsça, Arapça kelimeleri ayıklayacağız diye niye kendimizi bu kadar komik duruma düşürmüşüz, anlamam. Öz Türkçe, en çok da Nurullah Ataç’ın ilgi alanına girer. Murat Belge kitabında Ataç için eleştirmen demekte zorlanmış. Tamamen aynı fikirdeyim. Ataç’ı okuduğunuzda karşınızda bazı meselelere fazla takmış bir denemeci bulacaksınız. Zaten günümüz okuru için artık pek de bir şey ifade etmiyor Ataç. Yine de Ataç’ın Sözcükleri kitabı bir anı olarak, Öz Türkçeciliğin ne mene bir sapkınlık olduğunu anlamak için okunabilir.
Konuyla ilgili şöyle diyor Ataç: “Konuşma dilimizin sıcaklığı kelecilerde olmadığını anladım. Bir yandan da dilimizin öz köklerine dönmesi gerektiğini anlamıştım. Direneceğim bu yolda; şey’i, kadar’ı, nasıl’ı bile kullanmadan, yalnız Türkçe kelecilerle yazmağa çalışacağım. Gene de yazılarımda yabancı keleciler bulunuyorsa, bilisizliğimdendir, onları Türkçe sanıp da kullanmışımdır; göstersinler onları da bırakırım.”
Ne dersiniz, komik değil mi?
Yeni yorum gönder