Abdullah Harmancı yeni öykü kitabı “Behçet Bey Neden Gülümsedi?” ile okuyucularının karşısında. Günümüz öyküsü adına elbette sevinilecek bir haber bu. Öykü üzerine düşünen, mesai harcayan, hayata öykü penceresinden bakan bir yazarın yeni öyküleri ile buluşuyor olmanın tadını çıkarmak için “Behçet Bey Neden Gülümsedi?” kitabından notları bir araya getirmek gerekiyor.
Abdullah Harmancı’nın yazdığı her cümleyi büyük bir muhabbetle okurum yıllardır. Yazdıkları ile yaşadığı hayat çelişmeyen bir yazar Abdullah Harmancı. Samimiyeti her cümlesine yansıyor. İnsanın içine dokunan öyküleri kaleme alışı da bu samimiyetten kaynaklanıyor. Şimdi karşımıza hayata ve özellikle edebiyat dünyasına ince göndermeler yaptığı öyküleri çıktı.
“İçine dokunmak” ve “mümin olduğunu hatırlatmak”. Öyküler arasında ilerlerken bu iki kavram hiç yakamı bırakmadı. Sarsıcı bir anlatım ve sorgulayıcı bir bakış açısı öykülerin çoğunda temeli oluşturan bir öge. Sadece ibadet bağlamında değil bu mümin olma kavramı.
Edebiyat dünyasının kulağını çınlatırken de (Güvercin Kanadı) umreye gitmeyi yürekten istemenin sonunda duaların kabul olduğuna şahit olurken de (Yol Arkadaşı) aynı samimiyet çıkıyor karşımıza. İnsan olmanın bir gereği olan vicdanlı olmak ve farkında olmak gibi bir durum da kahramanların üzerine oturtulan roller olarak yer buluyor öykülerde.
ŞEKER MAHALLESİ’NDE ZAMAN
Kitabın ilk öyküsü “Yüreğime Üç Çivi”yi okurken Milan Kundera’nın Ölümsüzlük romanındaki sahneler aklıma geldi. Yaşadığı unutulmaz anların adeta fotoğrafını çeken Milan Kundera’nın ölümsüzleştirdiği vakitlerle nasıl yaşadığının anlatıldığı romanı hatırlamam hiç de tesadüf değil. Buradaki ölümsüzlük de unutulmasını istemediğimiz sahnelerin aklımıza kazınması. Harmancı yüreğine çakılan çiviler olarak betimliyor unutamadığı anları. “Tak! Tak! Tak!” Öyküde çaresizliğin eli kolu bağlamasına şahit oluyoruz. Aynı şahitliğimiz “Kalender” öyküsünde de çıkıyor karşımıza. Muavine yardımcı olmak isteyip de bir şey yapamamanın kırıklığı dökülüyor cümlelere. “O vakit içim parçalanmıştı. Çizgi çizgi, nokta nokta acımıştı içim. Tıpkı muavinin derisi gibi… elimi uzatsam. Koluna dokunsam. ‘Amca, desem, ben senin bir evladınım, ne kadar para lazımsa ben sana vereyim, sen kendini denkleştirince verirsin.’ Hiçbir zaman böyle bir cesarete sahip olamamıştım ki o gün olsaydım.”
Kitapta sık sık yoklanan mekânların başında Şeker Mahallesi var. Burası gerçek bir mekân. Yazarın çocukluğunun geçtiği mahalle. Benim için de bu mahalle ismi derin anlamlar ifade ediyor. Benim de çocukluğum Şeker Mahallesi’nde geçmişti ama Sakarya’daki Şeker Mahallesi’nde. Şeker fabrikasının olduğu mahallenin adıydı Şeker. Birçok şehirde de aynı isimde mahalle olduğunu görünce şeker fabrikasının olduğu mahallelere bu ismin verildiği kanaatim pekişmişti. Harmancı da Konya’nın Şeker Mahallesi’nde yaşadığı çocukluğa gidiyor öykülerinde. Kaybolan, yıkılan, yitip giden bir çocukluk eşliğinde anlatılıyor Şeker Mahallesi.
Samimiyetinden bahsetmiştim Harmancı’nın. Kendisi ile çelişmeyen bir yaşam tarzı ve üslubu var. İki yüzü yok. Sosyal medyada da gerçek hayatın içinde de aynı yüzü kullanıyor; samimi, içten, dostane. Konuyu Güvercin Kanadı öyküsüne getirmek istiyorum. “İrfan”ın şahsında günümüz edebiyat dünyasına ağır göndermeler var öyküde. Harmancı’ya katılmamak elde değil. Selamsız, sabahsız, kibir batağında yüzen, kendinden başkasına kör bir camianın elemanı olan İrfan’ın temsil ettiği o kadar çok kişilik var ki. Bir yazarın başka bir yazara getirdiği eleştiriye ütopik bir gönderme gibi görünse de İrfan’a getirilen eleştiriler edebiyat dünyasının kıyısında köşesinde nefeslenenlerin bile hak vereceği bir gerçeklik.
“Hep bu İrfan yüzünden! İblisti bu İrfan. Aklını tanınmış olmakla, ‘takipçi sayısı’yla, romanlarının tirajıyla, hakkında çıkan yazılarla, gazetelerde kendisiyle söyleşi yapılmasıyla, ödül jürileriyle, imza günleriyle bozmuştu. Hayatını buna göre kurgulamıştı.”
KURGUSU SAĞLAM METİNLER
“Yaldızlı Çokomel Kâğıtları” öyküsünde anlatılanları üzerine alınan olur mu bilmem ama öyküyü okurken gözümüzün önüne o kadar çok sima geliyor ki her cümle ile yüzler daha da netleşmeye başlıyor. “Bütün planlarını ülkenin çoksatan bir yazarı olmak üzere yaptın. Bütün hareketlerini ‘saygıdeğer yazarımız Kehribar’ desinler için planladın. Twitter’daki rt’lerini, fav’larını, arkadaşlarını, arkadaşlık isteklerini, cumartesi sohbetlerini, pazar davetlerini, randevularını hep buna göre ayarladın.”
Yazdıkları ile yaşadığı hayat çelişmeyen bir yazar Abdullah Harmancı. Samimiyeti her cümlesine yansıyor. İnsanın içine dokunan öyküleri kaleme alışı da bu samimiyetten kaynaklanıyor.
Buna benzer göndermeler “Emekli Öğretmen Suphi Durup Dururken Elini Masaya Neden Vurdu?” öyküsünde de var. Kitabın son üç öyküsü “kısa öykü” diyebileceğimiz öykülerden. Aslında çok da fark etmiyor öykünün hacmi. Harmancı, kelimelerle olan irtibatını sıkı tutarak öyküsünü anlatıyor. Kurgusu sağlam metinler olunca elimizdeki metinler okuyucuyu metnin içine çekmeyi daha ilk cümleden başarıyor Harmancı. Kısa öykülerden olan “ve ma adrake…” öyküsü kitabın sonunda kitabı derleyip toparlayan, okuyucunun yüzüne hafif de olsa bir tebessüm konduran bir öykü. Arkadaşına “ve ma edrake”nin anlamını soran gencin aldığı “Sen onun ne olduğunu nerden bileceksin?” cevabına rağmen tekraren aynı soruyu sorup aynı cevabı alması bir muhabbet kıvamında veriliyor öyküde.
Yirmi dört öykü var kitapta. Abdullah Harmancı yirmi dört öyküyü yirmi dört saat ile bağdaştırmış mıdır bilmiyorum ama kitaptaki öyküler bize yaşadığımız yirmi dört saatlik vakitlerin geçiciliğini işaret ediyor. Fani bir dünyada; yaşadığımız, kaybettiğimiz, enkaz altında bıraktığımız, ertelediğimiz bir ömür var ve bize sürekli yöneltilen “Sen onun ne olduğunu nerden bileceksin?” sorusuna muhatap olarak yaşamaya devam edeceğiz. Hem de “Tepemizden güz günlerinin yorgun göçmen kuşları ‘v’ çizerek geçiyorken…”
BEHÇET BEY NEDEN GÜLÜMSEDİ?
Abdullah Harmancı
İZ YAYINCILIK 2019
Yeni yorum gönder