Bir gün bir roman yazarsınız ve hayatınız değişir: Romanınız edebiyattan anlamayan insanlar tarafından okunur, siyasi ve dini liderler tarafından şeytanlaştırılırsınız, taşlanmanız ya da kitabınızın yakılması yetmez, öldürülmeniz gerektiği söylenir. Kütüphanelerin insanı olmaktan çıkar, jeostratejik paylaşım mücadelelerinin manevralarından biri haline gelirsiniz.
Eylül ayından bir haber: Afganistan’da Taliban yönetiminden kaçışını anlattığı kitabıyla tanınan Hintli kadın yazar Sushmita Banerjee, Afganistan’a dönmüşken uğradığı silahlı saldırı neticesinde hayatını kaybetmiş. Yirmi beş yıl önce Salman Rushdie’nin mahut Şeytan Ayetleri yayımlanmıştı ve muhtemelen dünya çapında şeytanlaştırılan, fetvalarla lanetlenen, sadece yazarını değil yayıncılarının, kitapçıların, çevirmenlerinin de hayatlarını karartan bir süreç başlamıştı. Rushdie, geçtiğimiz sene yayımladığı Joseph Anton adlı biyografisinde, bu meşum süreci ele almış ve zeki bir romancının özgür iradesiyle kurguladığı bir romanın nasıl olup da dünyanın çivisini çıkardığını etraflıca anlatmıştı. Anlaşılan yirmi beş sene içinde pek bir şey değişmemiş.
Booker adayı, Whitbread Ödüllü kurgusal bir roman söz konusu, ama siyasi tepkiler biz okurların bu romana ulaşmasını engelliyor, dolayısıyla kitabı edebi açıdan ele alamıyoruz (Rushdie’nin en çok yakındığı konu da bu aslında). Bir insan tarafından yazıldığı bilinen bir romanın, Allah’ın kutsal metnine nasıl bir zarar vereceğini tahayyül etmek güç olsa da, başka meselelerde birbirleriyle çatışmaktan çekinmeyen Müslüman dünyasının farklı fikir önderleri (en başta İran İslam Cumhuriyeti’nin kurucu önderi Ayetullah Humeyni) bir yazarın yazdığı kitaptan dolayı öldürülmesinin makul ve hatta gerekli olduğunu belirtebilmişler. Müslümanlar, dünyanın her tarafında alevli, kanlı, sloganlı gösterilere girişmiş, saygısızlığın müsebbibi gördükleri kurumları ve insanları hizaya çekmek adına pek çok eyleme kalkışmışlar. (Türkiye’de en çok Aydınlık kesimi ve Aziz Nesin, Şeytan Ayetleri kavgasından nasibini almıştı, Sivas Katliamı’nda bu meselenin kattığı baharat unutulmaz; zaten gerek din gerek millet olsun, topraklarımızda katliamlara, suikastlara, kavgalara bahane bulma skalası oldukça geniştir.)
Elbette dini önderlerin teşkilatlarına insanları hedef göstermeleri, kutsallığa halel getirdikleri iddiasıyla ortadan kaldırılmalarını talep etmeleri, şahıs odaklı fetva vermeleri sadece Müslümanlara özgü değil. Hatta peygamberler bile öncelikle içlerinden çıktıkları toplumun önderleri tarafından katli vacip ilan edilmişler; sonra onların dinini uygulayanların da başkalarını katletmeye niyetlenmeleri, ironik olmakla birlikte bir hakikat. Bugün Hıristiyanlığın önde gelenleri, birkaç yüzyıl önce sapkınlık suçlamasıyla öldürdüklerini kabullenmekteler. Ölçeği dinden çıkartıp ulus devlet sınırlarına getirdiğimizde de, şunun şurasında kaç yıl geçmiştir Avrupa’daki entelektüel katli yapan devletlerin liberalleşip AB’ye dahil olmalarının üzerinden? Bireyler yazar, önderler işaret eder, fanatikler öldürür sarkacı durulana kadar, daha neler görürüz kim bilir.
Ödüller fetvaları kaldırmaya yetmez
Şeytan Ayetleri dalgası, yerel ölçekteki küllenmiş bir başka fetva mevzusunu da körüklemişti: Mısır’da Necib Mahfuz, popüler romanlar yazan, ancak kutsal kitaplar alegorisi kapsamında görülebilecek Cebelavi Sokağı’nın Çocukları romanıyla daha 1959’da dini otorite El Ezher Üniversitesi’nin ulemasından tepki görmüştü. Tefrika olarak yayımlanan romanın baskısı Mısır’da yapılamaz, daha sonra Lübnan’da yapılan bir baskı Mısır’a ithal edilebilir, el altından okurlarına satılır. 1988’de, Şeytan Ayetleri’nin basıldığı günlerde, muhtemelen uluslararası camianın Müslüman coğrafyadaki ifade özgürlüğüne desteğini göstermesi adına da, Nobel Edebiyat Ödülü Necib Mahfuz’a verilir. Yıllar içinde çok yönlü bir romancı haline gelen, Ezilenler, Başkanın Öldürüldüğü Gün, Karnak Kafe, Midak Sokağı gibi pek çok yapıt ortaya koyan Mahfuz, Mısırlı Ömer Abdurrahman (Kör İmam) tarafından yeniden işaret edilir ve “zamanında Mahfuz’un cezasını kesseydik, Rushdie palazlanmazdı” mantığıyla gündeme getirilir. İşleyişi pek de lineer olmayan, her an tarihte kalmış bir kavgadan argüman devşiren fanatikler de, 1994’te Mahfuz’a kim bilir hangi güncel savaşımın manevrası olarak suikast girişiminde bulunur. Her ne kadar Mahfuz hayatta kalmış olsa da, yaralarından kaynaklanan felç gibi arazlar yaşam ve yazım kalitesini muazzam düşürmüştür.
Yeni yorum gönder