Neredeyse göz kapaklarımı açmak için bile zorlandığım, sıcağın ortalığı kavurduğu, miskin bir ağustos ikindisinde, kelebeğin -söz konusu yeni kitaplar olduğunda asla kaybetmediği bir enerjiyle- beni çağıran sesiyle kendimi güçlükle toparladım. “Bu Freud’un hayatını ince ince deşmekten de bıkmadılar. Bak şimdi de baldızıyla yıllarca yasak ilişki yaşadığına dair bir kitap yayınlanmış. Freud’s Mistress’ı (Freud'un Metresi) Karen Mack ve Jennifer Kaufmann birlikte yazmışlar. Güçlü erkekler ve yasak aşk yaşadıkları metreslerine dair hikayeler her zaman ilgi çeker zaten,” gibilerinden bir şeyler söylüyordu. Yeniden uykuya dalmadan önce duyduğum son sözcük “metres” olmalı ki rüyamda bir biri ardına edebiyatın unutulmaz metres karakterleriyle karşılaşmaya başladım.
Beni tabii ki öncelikle, neredeyse edebiyatta özel bir türe adını vermiş olan Alexander Dumas Fils’nin Kamelyalı Kadın’ı karşıladı. Marguerite Gaultier, öylesine naif ve romantik bir görünüme sahipti ki, edebiyatta metresler denilince ilk akla gelen bu karakter, 'metres' denilince hem kadınlar hem de erkekler üzerinde farklı nedenlerle bir tür korku oluşmasına neden olan o tehlikeli güce sahip olma halinden oldukça uzak görünüyordu doğrusu. Bunda kuşkusuz anlatılan öyküde her ne kadar Marguerite hayatını bir tür 'metreslik mesleği'yle kazanıyor olsa da, genç bir adama aşık olan veremli ve duygusal bir kadın portresinin yarattığı romantizm duygusunun ön plana çıkması yatıyordu.
Peki biz metresleri güçlü, şen şakrak ve gerektiğinde de hayli acımasız karakterler olarak tanımamış mıydık? Metresler aşık olmaz, kendilerinden yaşlı, zengin, güçlü ve evli erkekleri para için baştan çıkarırlardı genellikle. Aynı Kamelyalı Kadın gibi, bu profile uymayan, edebiyatın ünlü metres karakteri olan Lea, Colette’in Cherie (Caniko) romanından fırlayıp da karşıma dikiliverdi derken… Lea da hayatını bu yolla kazanıyordu ve bu kez Marguerite’in aksine karşımızda hayli neşeli ve sağlıklı bir kadın vardı. Üstelik ilk öykünün aksine ortama hakim olan duygu melodramın yerine bir parça mizah olsa da; bu öykü de yaşlı erkek ve eşi ile genç kadın denklemini, genç erkek ve karısı ile yaşlı metresi yönünde bozuyordu bu kez.
Neyse ki Lea’nın ardından edebiyatın belki de en kaygısız ve şuh karakterlerinden biri olan Emile Zola’nın Nana’sı çıkageldi de “klasik” anlamda hoppa, yüzeysel ve tek kaygısı daha çok para ve lüks olan bir “edebi-metres”le karşılaşmayı başardım. Nana’nın ardından beni bir başka sürpriz daha bekliyordu! Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Metres adlı romanının kurnaz metresi Parnas… Parnas roman boyunca bir değil tam üç evli Osmanlı erkeğini baştan çıkarmakla kalmıyor, okuru da bir hayli eğlendirirken, metresliğin hakkını da veriyordu!
Kimse onlar gibi sevemez
Derken uyanmışım. Karşımda kelebeği bulunca hemen ona da sordum tabii. Edebiyatta onu en çok etkilemiş olan 'öteki kadın' karakterlerini… “Beni okuduğum anda eline geçiren ve hala etkilemeyi sürdüren, Josephine Hart’ın Ölesiye’si geldi hemen aklıma,” dedi kelebek hiç düşünmeden. “Romanın elli yaşındaki mutlu aile babası, güçlü, saygın ve zengin politikacı karakteri, oğlunun nişanlısı olan Anna’ya görür görmez öyle bir kapılır ki yaşadığı cinsel ve zihinsel tutku, yalnızca kendisini değil ailesini de çok büyük bir trajediye sürükler. Şiirsel diliyle okuru iyice derinlerine çekmeyi başaran bu tutku öyküsünün kilidi ise şu vurucu cümlelerinde saklıdır; ‘Hasarlı insanlar tehlikelidir. Onlar hayatta kalabileceklerinin farkındadırlar.’ Anna, belki alıştığımız anlamda bir metres değildir ama öldürücü çekiciliği ve gizemli, tehlikeli karakteriyle ‘acımasız metres’ korkularımızı hortlatıverir.”
Aynı o romanda olduğu gibi, bir diğer kadına duyduğu tutku dolu aşk nedeniyle hem kendisinin hem de hiç belli etmese de genç karısının uzun yıllar boyunca acı çekmesine neden olan bir diğer trajik roman kahramanı ise Edith Wharton’ın Masumiyet Çağı romanının Newland Archer’ıdır. Ancak bu kez acımasız metresin tam tersi bir portreyle karşılaşırız. Newland güzel kontes Ellen Olenska’ya ne derece tutkuyla aşıksa, saf ve masum genç eşi May’i de bir o kadar şefkatle sever. May’in mutluluğu için kendi aşklarından vazgeçen Newland ile Ellen ise aslında aynı romanın adının da anlattığı gibi masumiyette May’den aşağı değillerdir. Ellen, Archer’a şöyle der: “Senden vazgeçmezsem, seni sevmeye devam edemem.”
Kelebek kısa bir süre durup anımsamaya çalıştıktan sonra, birdenbire “Creezy” sözü döküldü ağzından, bir dua gibi. Felicien Marceau’nun bizde de Bir Tanem adıyla yayınlanmış olan romanını ikimiz de okuyup çok sevmiş; evli ve iki çocuklu bir adamın son derece güzel ve gizemli bir top model olan genç sevgilisine duyduğu tutkulu ve hem kitabın hem de kahramanın adını çağrıştıran çılgınca aşkının hikayesini tüylerimiz ürpererek birlikte okumuştuk. Kitabın kahramanı Jacques, ne zaman sevgilisinin adı olan Creezy’yi telaffuz etse, tuhaf bir huşuya kapılıyorduk, tıpkı şimdi olduğu gibi…
Kelebek kapıldığımız sessizlik anını “Aklıma bir şey geldi!” diyerek böldü ve kütüphanesine uçup, hummalı bir araştırmaya girişti. Yanıma döndüğünde elinde Ahmet Altan’ın Kristal Denizaltı’sını tutuyordu. Kitabı kısa bir süre karıştırdıktan sonra aradığı sayfayı buldu ve okumaya başlamadan önce bana “Edebiyatın ünlü metreslerini ve ‘öteki’ kadınlarını konuşmuşken, bu yazıyı okumadan geçmek olmazdı. İşte o ciltler boyu anlatılan öykülerdeki gizemli, güzel ve tehlikeli kadınların sırrı bu cümlelerde yatıyor,” dedi. Okuduğu yazının başlığı ise tabii ki “Öteki” idi…
“Onlar her şeyleriyle vaatkar ve çekicidir; bakışlarıyla, kokularıyla, duruşlarıyla, 'sev beni' derler, 'sev beni, kimse benim gibi sevişemez, benim gibi öpüşemez kimse, kimin dudaklarında böyle karadut tadı var, kim bu kadar güzel kokuyor; ayışığında çırılçıplak dolaşırım, yağmurlarda gülerim; dokun saçlarıma, hiç bu kadar parlağını gördün mü, seni öyle çok severim ki kimse benim gibi sevemez.'”
Yeni yorum gönder