Görüşmeyeli neler oldu sormayın! Kelebekle büyük bir taşınma macerası atlattık. O kitap kolileri yok mu, işte o bizi harap etti. Neyse o kısım bizim zavallı kollarımızı ilgilendiriyor. Biz gelelim yeni ev maceramıza…
Her şey bir gece kelebeğin rüyasında Rebecca romanındaki ünlü rüyayı görmesiyle başladı. Bilirsiniz, romanın anlatıcısı olan kadın rüyasında, orada yaşadığı sürece ruhunu sıkmış olan ünlü Manderlay malikanesini görür. “Rüyamda, yeniden Manderley'e gittiğimi gördüm. Yola çıkan demir kapının önünde bekliyor ama bir türlü içeri giremiyordum, dev parmaklıklar yol vermiyorlardı. Sonra birden, tüm diğer rüya gören insanlar gibi, olağanüstü bir güç tüm benliğimi sardı ve bir hayalet gibi önümdeki bu engeli aşıverdim.” Anlatıcı kahraman, kocasının ölmüş ilk eşi Rebecca’nın ruhundan bunaldığını sanır ama aslında onu rahatsız eden evin ta kendisidir. İşte bizim kelebek bu rüyanın rüyasını gördükten sonra, “Taşınmalıyız!” diye tutturdu. Ona göre evler ikiye ayrılırmış. Bazı evlere insanların ruhu dadanır hayaletli kılarmış, bazen de tam tersi bizzat evlerin ruhu içinde yaşayan insanlara dadanırmış. İşte misal Rebecca’daki ev, misal Shirley Jackson’ın insan ruhunu ele geçiren tekinsiz bir evi anlattığı Tepedeki Ev’i… Bu rüyaya göre bizim ev de bizi ele geçirmeye başlamış. Ben kanmadım tabii, onun asıl derdi kitapları için daha büyük bir eve taşınmak.
Düştük ev aramak için yollara. Başkaları emlakçılara bakar değil mi? Bizimki, ondan bekleneceği üzere, ona ilham vermesi için edebiyattaki ünlü evlerle ilgili bir liste yapmak için kütüphanenin yolunu tuttu: “Öyle tepelerde ıssız bir ev istemem. Bana Emily Brontë’nin Uğultulu Tepeler’ini anımsatır. Artık pencereye her ağaç dalı çarpışında yüreğim ağzıma gelir. Çok büyük, çatılı matılı bir ev de olmasın. Jane Eyre’deki gibi çatıda unutulmuş deli bir kadın çıkıverir de evi yakar falan! Daha önce çok çocuklu bir aile falan da yaşamış olmasın içinde sakın. Henry James’in Yürek Burgusu’ndaki gibi eski mürebbiyelerinin hayaleti başımıza musallat olursa görürüz sonra!”
Edebiyat tarihindeki ünlü evler
“Kelebekçiğim sen ne üzülüyorsun, ben anladım seni,” dedim, “Gurur ve Önyargı’nın Bay Darcy’sinin kilometrelerce uzanan arazisi üzerinde bir saray gibi uzanan Pemberley Malikanesi’ne benzer bir yere ne dersin? Hani, romanın kahramanı Elizabeth Bennett bile Darcy’ye mi, yoksa eve mi aşık olmuştu anlayamamıştık. Ya da istersen Muhteşem Gatsby’nin Jay Gatsby’sinin unutamadığı aşkı Daisy’nin kalbini yeniden kazanmak için inşa ettirdiği rüya ev, her gece müthiş partilerin gerçekleştiği saray yavrusunu tutalım sana, ne dersin?” Bizimki gülmeye başladı. “Ben tabii ki sana şaka yapıyordum. Sen de hiç hayal kurmaktan anlamıyorsun,” dedi. Ama bu şakalaşma da aklımıza yeni bir liste fikri sokmuştu, başladık edebiyat tarihindeki ünlü evleri sıralamaya…
İkimizin de aklına ilk gelenlerden biri Rüzgar Gibi Geçti’nin Tara’sı oldu. Romanın dirayetli ve ateşli kadın kahramanı Scarlett, doğup büyüdüğü ve Amerikan İç Savaşı sırasında bile her ne pahasına olursa olsun savunduğu sevgili çiftliği Tara’sına öyle bağlıydı ki, romanı okuduğumuzdan beri Tara adı bizim için bile kutsal yuva kavramına dönüşmüştü. Aklımızda yer etmiş bir çiftlik evi daha vardı; Isabel Allende’nin egzotik romanı Ruhlar Evi’ndeki… Evelyn Waugh’un bizde neden çevrilmediğini hâlâ bir türlü anlayamadığım romanı Brideshead Revisited’inin (Brideshead’e Yeniden Ziyaret) neredeyse karakterler kadar önemli, gelin tacı güzelliğindeki malikanesine ne demeli peki? İngiliz malikaneleri demişken, Austen’ın diğer tüm romanlarını da atlamadan, ünlü Aşağıdakiler Yukarıdakiler’i anımsatan, evdeki personelin de hikayesinin ön plana çıktığı Kazuo Ishiguro’nun Günden Kalanlar’ındaki muhteşem örneği de hatırlatalım.
Bizim Kiralık Konak’ımız ya da Aşk-ı Memnu’daki köşkü de unutmayalım tabii; ya da daha yakın tarihli, Zülfü Livaneli’nin Leyla’nın Evi’ndeki Boğaziçi yalısını... Tam bu noktada kelebek atılıyor: “Nişantaşı’ndaki bir konakta geçen, Orhan Pamuk’un Cevdet Bey ve Oğulları’nı nasıl anmazsın? Pamuk yalnızca Nişantaşılı bir ailenin üç kuşak hikayesini anlatmaz orada, aynı zamanda ev içlerinin renklerini, zamanın akışını da resmeder.” Herhangi bir listede kelebeğin Pamuk’un adını zikretmemesine rastlamadım zaten! “Evet,” dedim serinkanlı bir şekilde, “tabii ki ekleyecektim, üstelik Pamuk’un Sessiz Ev’i de aynı şekilde müthiştir. O ev yalnızca bir aile evi değil, biraz da dönemin Türkiye’sinin bir aynasıdır.”
Kelebeğin en sevdiği konulara giriyorduk. “Zaten evler edebiyatta hiçbir zaman yalnızca yan unsurlar olarak kalmazlar ki. Mutlaka ülkeyi, toplumu ve bireyi de simgelerler; yaşadıkları tüm değişimlerle birlikte. Romanlardaki gösterişli malikaneler genelde kahramanların ulaşmak istedikleri ideallerini, en büyük düşlerini simgelerken, bu tür romanlar çoğu zaman toplumun yaşadığı daha bireysel dönüşümleri de aileler üstünden yansıtır. Özellikle apartman temalı romanlar bir ülkenin tüm toplumsal öğelerini tek bir mekanda simgeleştiriverirler. Bunun en güzel örneği, Mısırlı yazar Alâ El Asvani’nin Yakupyan Apartmanı’dır. 90’ların Mısır’ında her sınıftan insan yaşar bu apartmanda ve hikayelerini çoksesli bir şekilde aktarırlar. Bak bizden de en çok Elif Şafak’ın Bit Palas’ını severim bu anlamda. Mezarlıklar üstünde kurulmuş, sefil Bonbon Palas belki de edebiyatın en gösterişli karakterlerini barındırır.”
Mezarlıklar üstüne kurulmuş lafını duyunca ben de araya girdim. “Benim en sevdiğim yazarlardan Sibel Oral’ın Zayi’si de mezarlıklar üstüne kurulmuş bir evi anlatır. O ev aslında Türkiye’nin tarihidir. Kendisi de bana şöyle anlatmıştı bunu…” Önce gözlüklerimi, sonra da evrakların arasında aradığım belgeyi nihayet buldum ve okumaya başladım: “Metruk ev öldüre öldüre, sustura sustura tahammülsüzlüğün ve adaletsizliğin doruğunda yazılan bir ülke tarihidir. Bizim görmediğimiz, görmezden geldiğimiz tarafıdır; kırık dökük, çürük, yaraları görünmesin diye sıvadığımız ama aslında harp ve darp ülkesine dönmüş bu topraklar.” Okumamı bitirdikten sonra kelebeğe dönmüştüm ki onun çoktan konudan koptuğunu fark ettim. Suratımdaki soru dolu ifadeyi görünce bitkin bir şekilde konuşmaya başladı: “Biliyor musun, şimdi bana konuştuğumuz tüm saray gibi evleri versen de, ben hiçbirini Hansel ve Gretel’in evine değişmem. Bu taşınma konusu beni öyle yordu ki yemek aramak için uçmaya mecalim kalmadı. Şimdi bizim de öyle bir evimiz olsaydı ne güzel, oturduğumuz yerde yer dururduk!”
Bayıldım! :)
Harika!
Doris Lessing - Terörist
Yeni yorum gönder