“Bir şeyi olmadığı yerde değil, olduğu yerde aramaktır lanetlenmiştik”. Bu sözü nerede, nasıl duyduğumu hatırlamıyorum. Ama bildiğim şu ki, duyduğum andan bu yana, tam olarak olduğu yerde arayıp da bulamadığım bazı şeylerin olduğu fikri hep kafamı kurcalamıştır. Bir odanın içindeyken o odayı aramak gibi bir şey bu. Bazen, içinde kıpırdama gücünü aramak gibi mesela. Ya da, yeri gelince, bir parça vicdan aramak, insanın gözünde. Yani, her şeyi, tam olduğu yerde.
Bu pek belalı bir durumdur. O aradığınız şeyi hiç bulamayacağınızı sanırsınız önce. Çünkü onun olabileceği yegane yere bakıyorsunuzdur, ama ses yoktur. Oysa bir hatanız da yoktur, bir şeyi olması gereken yerde arıyorsunuzdur. Bulamıyor olabilirsiniz. Ama orada olduğunu bir şekilde biliyorsunuzdur da. Bu da en kötüsüdür zaten. Sezgilerinize mi, yoksa fiziki dünyanın gerçeklerine mi inanacaksınız, aklınız karışır.
Peki nedir bu duruma sebep olan? “İnsanın körlüğü” deyip geçebilir miyiz? Ya da sebep, bazı şeylerin gerçekten “iyi saklanıyor” olması olabilir mi? Yoksa insanın bazı durumlarda bazı şeyleri aslında o kadar da bulmak istemeyişi mi içten içe, şuuraltında? Ben şimdilik sorunun cazibesiyle meşgulüm ve cevabı bilmiyorum. Ancak şunu diyebilirim ki, tüm bunları aklıma getiren, bu ayki kapak yazımız. “İstemesek bile bilincimizin bir katında savaşı meşrulaştıran düşünceler taşıyor, televizyon kanallarından canlı savaş görüntülerini rahatlıkla izliyor, şiddetin estetize edilmiş hallerinden haz alabiliyoruz,” diye başlayacak A. Ömer Türkeş ve sizi tarihimizde ve edebiyat tarihinde bir barış turuna çıkaracak bu kapak yazısında. Ve hep birlikte, sekiz sayfa boyunca “barış”ı arayacağız. Edebiyatta, ülkemizde, insanda. Yani, aslında, tam olduğu yerde.
>>> Barış: Antlaşma değil kültür
Yeni yorum gönder