Zilin sesi geldi sonunda. Fırlayıp toparlandık. Öğretmen uzakta bayrak direğine yaslanmış, elindeki kızılcık sopasıyla dizinin kenarını fiskeliyordu. Bizim tarafa bakıyordu.
İşi gücü güzelliğinin sırlarını anlatmak olan çirkin yarı-deli kadınlar vardır. Hayat işte öyle bir şeydi benim için o zamanlar. Büyük harfle yazılan ve Orhan Gencebay’ın da “Hayat” dediği o şeyden bahsediyorum. O zamanlar bilemezdim tabii. Ama şiir dışında, yani kırışıklıkları açılmış anlar dışında sözüne güven olmazdı Hayat’ın. Hele gelecekle ilgili vaatlerine. Yine de tatlı dili beni umutsuzluğun deliğinden çıkarmaya yetiyordu. Bana kendi güzelliğinin sırlarını sayıklıyordu biteviye. Oysa güzelliğin ilk şartı onun sizde olmasıdır, değil mi? Evet ama ben anlamıyordum başta bunu. Çünkü -biliyor musunuz- kandırılmaya ölümüne ihtiyacım vardı o zamanlar. Gerçekleri, hayatın anlattığı hikâyelerin battaniyesi altına gizleyip buzlarından çözülmelerini beklemek işime geliyordu. Yoksa günlük okul harçlığını her sabah yeniden kazanmak zorunda kalan benim için güzelliğin sırlarının ne önemi olabilirdi? Güzelliğin de sırlarının da Allah belasını versin, benim ellerim soğuktan, kereste reçinesinden, içi çimento dolu el arabasından ve parasızlıktan nasır bağlamıştı. Ve biliyor musunuz, bu elden düşme “güzellik” bana gelecekle ilgili cömert yanılsamalar sağlıyor, dayanmam için öğütler veriyordu. Uzatmayayım, hayat (veya Hayat) beni güzel olduğuna zorla, her sabah zorlayarak inandırıyordu.
Hele o kış sabahı bir batıl inançtan başka bir şey değildi “güzellik” benim için. Donmuş parmaklarıma işerken bir taraftan da bu çirkin, yarı-deli Hayat’ın öğütlerine kulak kabartıyordum: “Okuyabilirsen kurtulacaksın. Şansım yok deme. Parasız yatılı var.” Kanıyordum bunlara. Yoksa insan nasıl devam edebilir, değil mi?
O sabahlardan birinde işte, o Kalandar soğuğu sabahında. Parmaklarım sıcak suyla biraz gevşeyip karıncalanınca, kütüklerden birine bastım yirmilik çiviyi. (Bu inanmak değil mi?) Çivinin inatçı başını eğip halka yapana kadar dizle rim yerdeki kardan bir güzel su çekti. Kütüğü tasmasıyla yamaçlardan aşağı indirene kadar birinci ders bitecekti. Matematik. Öğretmenimiz utanç verici tutumluluğuyla çığır açıcı bir acımasızlığı birleştirmişti zihninde. Geç kâğıdı vs. gibi gereksiz kırtasiye israflarını kızılcık sopasıyla önlüyordu. Olsun, kararlıydım. İpi paslı çivi halkasına bağlamıştım. Ninemin büyük kazanı sağacağı ineğin altına sürerken yaptığı gibi, kuvvetli bir “Bismillah!” çektim. Pantolonumun paçalarını yün çoraplarımın içine güzelce yerleştirdim. Tekrar donmak üzere olan ıslak ellerime hohladım, koltuk altlarıma kıstırdım biraz. Sıcak suyum bitmişti. Yamaçlardan aşağı 4,5 kilometre gidecektim karın içinde. Bir an önce yola girmeliydim. Birinci ders başlamak üzereydi bile. Ama kımıldamakta zorlanıyordum. Kendimi alamıyordum. Gözlerim kar yağışına dalmışken o kadar tatlı bir şey oluyordu ki içimde. Kendimi uyandırmak istemiyordum. Bu genellikle kar yoğun yağarken olurdu. Lapa lapa ve yoğun. Uyurgezer ve üzüntüden ağzını bıçak açmazmış gibi yağdığında.
Evden vadinin dibindeki okul, yüksüz ve tok karınla kırk-elli dakikalık yoldu. Ama kestirmeden ve zaman zaman keçi yollarını kullanmak şartıyla. Elinizde boyunuzdan büyük bir kütük varsa ve kardan göz gözü görmüyorsa, bu ölçülerin hiçbir önemi yoktu. Diyeceğim, pelit kütüğünü bata çıka, yaralana berelene, yamaçlardan yuvarlana kalka fırına kadar indirmem bir buçuk saati bulmuştu.
Kütüğün fırında para cinsinden değerini iplemiyordum. İçinde yüz elli gram helvayla o yarım ekmek, öğle tatilimin üzerine güneş gibi doğacaktı ya, ona bakıyordum. Bizim kızıl tavuğun yumurtlamak yerine nafile boşboğazlık ettiği sabahların ikinci sınıf tesellisiydi bu. Artık alışmıştım. O gün okulda aç kalmamanın başka yolu yoktu. Hele ki yaban elması, kuşburnu gibi orman ürünlerinin ve lahana, turp, pazı gibi tarla ürünlerinin kar altında kaldığı, göz gözü görmez kış günlerinde. Bir de Hasan, en iyi arkadaşım, bazı olağanüstü şanslı sabahlarda kabak çekirdeği getirirdi bakkala. İkimiz için.
Tahtanın hemen yanında duran kızılcık sopasının başka bir işlevi daha vardı. Öğretmenimiz en ufak bir mutluluğun nüksetmesine izin vermezdi. Öyleydi, evet. Dayaktan sonra dışarıda, bayrak direğinin altında teneffüs boyunca tek ayak. Hasan ve ben. İkimizin dört yerine sadece iki ayağı var. Gizliden birbirimize payanda olup hafifçe yaslanıyoruz. Elde kalan iki ayak ikimize de yetebilsin diye. Gözlerimiz pencerede. Öğretmen bakarsa ayrılıyoruz. Talih bazen görevini yerine getirmez, ne yapalım? Bitinceye kadar kardan adam olduk. Zille birlikte sınıfa dönüyoruz. Hasan. Burnu büyük. O kabak çekirdeği getiriyor bakkala. Ama yine de geç kalmış. Saati tutturamamış. Yanlış mı görmüş, ne. Aslında rakamları tam tanıyamadığını da cümle âlem biliyor. Öğretmen de hatırlıyor. Hasan’ın dev burnu sobanın sıcağından daha da büyümüş. Özgün matematik hatası tek ayaktan sonra bir de tokatla cezalandırılıyor: “Çat!” Acı ve utanç. Tokat ve Hasan’ın burnundan fırlayıp duvara yapışan sümük. İki ses neredeyse aynı şiddette, aynı anda yankılanıyor. Bir kıkırdama salgını sınıfın içinde şöyle bir dolanıveriyor. Matematik bilen elli dokuz ayı yavrusunun göbekleri sıraları titretiyor. Hasan’ın ani ve gülünç depremi sınıfı canlandırıyor. Sobanın yanından kaldırıyor onu öğretmen. Bir bacağı kısa ve dizleri yamalı. Kıçı da. Kemer yerine kullandığı ip gevşemiş belinde. Pantolonunun ağı sarkmış, farkında değil. Ailesinin durumu yok. Onun için dev burnu daha da büyük görünür. Ve sınıfın taktığı isimle, dananın bacakları hep sarkar o burundan. Sümük. Öğretmenin ceza dosyasını kendi tarzında kapatan tekmesi yamayı buluyor kıçında.
Yanımdan geçerken göz göze geliyoruz yeniden. Perişan, ama bittiği için içeriden sevinçli. Sanki garip bir eşiği doğallıkla aşmış. Gülümsemesi yüzünde görünmez bir çiviye asılı kalmış. Babası gurbetten dönmemiş. Annesi yeni evine almamış. Sabah kabak çekirdeği gönderiyor ona uzaktan. Böyle olunca dayak öğretmenle Hasan arasında yine de bir köprü kuruyor. Biçimi ve niteliği ne olursa olsun. Dışarıda üst sınıflardan, yeni babasından ve mahalledeki çocuklardan dayak yediğinde de öyle. İnsanı deli eden bir minnet beliriyor yüzünde eziyet gördüğünde. Kendisine dokunulunca var oluyor sanki. Biçimi ve içeriği ne olursa olsun. Hâlâ çözememişimdir; öğretmen alçakgönüllülük edip onu dövdüğünde içinden gerçekten ne geçiyordu ki o türlü gülümsüyordu? Başı gözü kan içindeyken bile. Acaba neden? Neyse.
Dayağın acısıyla birlikte yüzündeki gülümseme de soluyor. Tamamen ciddiyiz artık. Birazdan, teneffüste, bana yumurta var mıydı bugün diye soracak. Hayır diyeceğim çamurlu paçalarımı gösterip. O hınzır gülümseme yine yayılacak yüzüne. “Öğlen teneffüsünde tarlanın oradaki duvarın arkasında bekle,” diyecek. Elinde iki çeyrek ekmek ve mevlit şekeri külahına doldurulmuş -teker teker sayıyor eşit bölüşmek için- tam otuz altı zeytin. “Ödedim,” diyor Hasan burnundaki dananın bacaklarını yukarı çekip. “Bakkal Osman’ın eline altı lira saydım. Yarım kiloya yakın çekirdek.” O zaman ben de çantamdan çıkarıyorum gazeteye sarılı yarım ekmeği. İçinde helva var ve henüz hiç ısırılmamış. Önlüklerimizin ilk düğmelerini açıyoruz. Karlarını kürediğimiz tahtayı eski mısır saplarından yaptığımız duldanın altına sürüp sırtlarımızı fırının sımsıcak taş duvarına yaslıyoruz. Sessizce, neredeyse huşu içinde başlıyor şölenimiz. Ekmeğimizi ciddiyetle, hak edilmiş bir hazla çiğniyoruz. Bir yandan da kısılmış gözlerimizi ara ara kaldırıp okulun bahçesinde titreşen kalabalığın şenliği üzerinden uzaklara dalıyoruz.
Yemeğimiz bitince, ekmekleri sardığımız gazeteleri dizlerimizin üstünde düzeltip dikkatlice incelemeye koyuluyoruz. Yazılanları tam olarak anlamıyoruz. Ancak fotoğrafların altındaki büyük harfleri okuyup ne anlatıldığını az çok çözebiliyoruz. Bizimkinin yanında ne kadar görkemli, ne kadar renkli hayatlar! Trafik kazaları bile insanı imrendiriyor. Kazalar bir yana; ölüm ilanlarında bile insanın içini buran bir görkem, bir canlılık yok mu? Hasan ellerini koltuk altlarına sıkıştırıp kasanın üstüne yaydığı gazeteye eğilmiş, burnunu çeke çeke, düşünceler içinde okuyordu. Sonunda başını kaldırdı. Gözleri dayak yemiş gibi, minnetle ışıl ışıldı yine. “Bitti mi” dedim. “Bitti,” dedi. Aldım önünden gazeteyi. Benimkiyle birleştirip topak yaptım. Her zaman koynumda kuru halde bulunan muhtar çakmağını çıkarıp gazete topağını bir ucundan alıştırdım ve uzağa fırlattım. Odun yığınından ileriye. Kımıldamadan seyre daldık ateşi. Karın altında dönenip duran alev gazete yumağını yaladı yuttu. Hasan’la birbirimize sokulup sonuna kadar izlemiştik.
Zilin sesi geldi sonunda. Fırlayıp toparlandık. Öğretmen uzakta bayrak direğine yaslanmış, elindeki kızılcık sopasıyla dizinin kenarını fiskeliyordu. Bizim tarafa bakıyordu. Ama görüş mesafesinde değildik henüz. Yanından geçerken küçücük kül yığınına bir kez daha baktım. Kar hızlanmıştı artık. Beyaz örtü, içinde onca olay, renkli fotoğraf, ölüm ilanı ve bulmacayla birlikte sessiz bir mezara dönüşmüş bu küçük yığını örtecekti. Eski bir öykü, anlatıldıktan sonra nasıl hüzünlü bir hal alırsa, işte öyle olacaktı.
Yeni yorum gönder