İngilizce edebiyatın en yüksek kademeden edebi nitelik bahşedicisi ödülü Man Booker, saygıdeğer bir otoriteye sahip olduğu kadar, edebiyatta endüstrileşmenin muhafızlığını da yapar. Bu yıl, 50. yılı şerefine “Altın Man Booker” veren ödül, zaten her dokunduğu romanı altına çeviren bir tür simyacıydı. Smokin giymiş yazar beyler, gece elbiseli yazar hanımefendiler, Buckingham Sarayı’nda kokteyller, bir edebi soyluluk halleri, Julian Barnes’ın deyişiyle bir sosyete bingosu…
Bu yıl, Altın Man Booker Ödülü verme fikriyle, niceliği niteliğin önüne geçirmiş oldu. Jüri, 50 yılı beş tane on yıllık döneme ayırdı ve her bir jüri üyesi sorumlu olduğu on yıldan bir kitap belirledi. Böylece kısa liste oluştu: 70’leri temsilen V. S. Naipaul’un A Free State, 80’leri temsilen Penelope Lively’nin Moon Tiger (Ay Kırıkları, çev. Yasemin Akbaş, Everest Yayınları, 2012), 90’lar adına Michael Ondaatje’nin The English Patient (Türkçeye İngiliz Casus diye çevrildi [çev. Ahu Antmen, Can Yayınları, 1997] ama ben yazının devamında İngiliz Hasta olarak kullanacağım), 2000’li ve 2010’lu yıllar adına ise sırasıyla Hillary Mantel’in Wolf Hall (Kurtlar Hanedanı, çev. Beril Tüccarcıbaşı Uğur, Alfa Yayıncılık, 2016) ve George Saunders’ın Lincoln In The Bardo (Arafta, çev. Niran Elçi, DeliDolu Yayınları, 2017).
İnternet üzerinden halk oylamasına açıldı bu kısa liste ve 9000 oy kullanıldı. 40 dile çevrilen, Oscar Ödüllü bir filme uyarlanan, listenin en popüler romanı İngiliz Hasta’nın “birinç” gelmesi hiç şaşırtıcı değil! Bu sonuca şaşırmamak yüzeysel bir tepki, ama, bu kararda bir politik tavrın izlerinin peşine de düşebiliriz. Unutmayalım ki oy verenler Brexit’in, göçmen sorunu çözümsüzlüğünün, aşırı sağ ve Trump karşıtlığının ruh hali içindeki okurlar. Bu ruh halinde Britanyalılık, Commonwealth aidiyeti, “zaten İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya’yla müttefik değildik ki” nostaljisi var. Hal böyle olunca, yorumlarıyla ırkçılığa göz kırpan Naipaul, kraliyet ailesini eleştiren Mantel ve Amerikalı Saunders’ın hiç şansı yoktu bu oylamada. Michael Ondaatje ise tam bir Commonwealth yazarı. Sri Lanka doğumlu, İngiltere eğitimli ve Kanadalı.
Edebiyat ödüllerinin amacı ve değerlendirme kıstası, zamana karşı sınav verecek ve yıllar geçtikçe yeni okurlara ulaşacak romanları seçebilmesi olmalı. İngiliz Hasta, 1992’de Man Booker Ödülünü tek başına alamamış, Barry Unsworth’ün Sacred Hunger romanıyla paylaşmak zorunda kalmıştı. O dönemden günümüze sınırlar, iklimler, milliyetler ve bu kavramlara dair algı değişti. O dönemde olmayan yeni savaşlar gördük. Savaşın travma olduğunu, insanları zoraki coğrafyalara ayırdığını, insanların kendi iradeleriyle kaldıklarında bir araya gelmek için farklı sebepler bulabildiklerini gösterdiği için zamana karşı iyi bir sınav verdi Ondaatje’nin romanı.
Anthony Minghella'nın yönettiği 9 Oscarlı İngiliz Hasta (1996) filminden
İngiliz Hasta, ödülü neden hak etti?
Bir yazar, aktivist derecesinde tarihi değiştiren ve etkileyen olaylarla iç içe olursa, edebiyat için gerekli olan mesafesizlik oluşmaz, zamanı ve mekanı kurgulayamaz. Onun için edebiyattan öngörü, bir nevi kehanet bekleriz. Ya da ermiş bir bilgelik. Romanda anlatılan tarih mutlaka tekerrür edecektir ve zamanı gelince yeni yazılmış gibi okunacaktır. İngiliz Hasta işte bu romandır.
Zaman ve zamanın nasıl hikayeleştirileceği asıl meselesi romanın. Zamanın hikayeleştirilmesi, destansı büyük olayların yanı sıra, insanlar arasındaki yanyol ilişkilerin örgüsüyle mümkün. Yazarın düşüncelerinin, mürekkep ve kalemin yavaş ritmiyle, nefes alarak sayfaya düştüğünü hatırlatan bir roman. Kitabı bir nesne olarak başrole koyuyor ve her an bombalarla tehdit altında tutuyor yazar. Kitaplar sadece okumak için değil; not almak için, sayfalarının arasına anılar hapsetmek için hayati önem taşıyor. Bir de, insandan geriye kalan nesne olacakları için. Tıpkı mağara resimleri gibi.
Heredot gibi rivayetlerle tarihi hikayeleştirmek gerçeğe ne kadar az hizmet ediyorsa, coğrafyayı haritalar ile kağıda dökmek de o kadar büyük bir ihanet yazarın gözünde. Bir yabancı diyara haritacı ve arkeolog gözüyle bakmayı, yabancı bedenlerin birbirlerine bakışını da topoğrafya gibi tasvirleyerek zenginleştiriyor romanda Ondaatje. Topraklar da bedenler de, ne kadar keşfedilirse keşfedilsin, ne kadar fethedilirse edilsin, beyaz ile öteki arasındaki kolonyal ilişki değişmiyor. “Haritasız bir dünyada gezinmek,” ölen birinin son arzusu olmak dışında bir işe yaramıyor.
Man Booker, edebi romanları çok sattırmayı başardı
Bazı kararları sorgulansa da, çoğunlukla zamana karşı direnecek gerçekten edebi ve nitelikli romanları tespit edebildi Man Booker. Julian Barnes, Ian McEwan, Salman Rushdie, Coetzee, Ishiguro gibi yazarları uluslararası edebiyat arenasına sürdü. John Berger’ın onca meziyetine bir de “romancı” olmayı ekledi. Sözünü dinleten bir edebiyat otoritesi oldu. Okur olarak böyle bir otoritenin bizi yönlendirmesine, önceden seçilmişler arasından kendi irademizle seçim yaptığımıza bizi inandırmasına açıkçası benim bir itirazım yok. Kendine has bir Booker okuru yarattı ve bu okur kitlesinin kültürel çeşitlilik, cinsiyet eşitliği, bağımsız yayınevlerine fırsat gibi beklentileri her yıl jürinin üzerinde bir baskı oluşturdu. Bu baskı ne kadar yanıt buldu tartışılır şüphesiz.
1969’da kurulduğundan beri sadece Britanyalı, İrlandalı ve Commonwealth ülkelerinden yazarlara açık olan Man Booker Ödülleri, son iki yıldır, coğrafyadan ve yazarın milliyetinden bağımsız İngilizce yazılmış bütün romanlara açıldı. Açılır açılmaz da Amerikalı yazarlar arka arkaya iki yıl ödülü kaptılar.
“Coğrafyadan ve milliyetten bağımsız olmak” kağıt üzerinde çok güzel dursa da, terazinin dengesini bozacak şekilde ödülün amerikanizasyona doğru gittiği endişesi var. Bu endişe, Britanyalı yayıncıların ve ünlü yazarlardan oluşan Folio Topluluğu’nun ayrı ayrı yayımladıkları mektuplarda dile getirildi. Ödül komitesine, katılımın eskiden olduğu gibi sadece Britanya ve Commonwealth ülkelerini kapsaması çağrısıydı bu mektuplar. Bu bir kültürel iktidar tartışması olduğu kadar bir para-ün-edebi rütbe tartışması aynı zamanda, ve pasta, rekabetçi Amerikan yazarlarını kaldıracak kadar büyük değil. Nielsen BookScan’e göre, Man Booker Ödülü kazanan Britanya ve Commonwealth yazarlarının Amerika’daki satışları ve tanınırlık oranları çok artıyor. Ancak bir Amerikalı yazarın Man Booker dahil, Amerika dışında kazandığı edebiyat ödüllerinin Amerikan satışlarına pek etkisi yok.
Her şey satış değil, her şey edebiyat da değil. Man Booker Ödülü’nün bir Commonwealth ülkesi için ne kadar önemli olduğunu 90’lı yıllarda Johannesburg’da yaşarken derinden hissetmiştim. Ödülün uzun listesi açıklandığı zaman şehrin en ciddi kitapçısı Facts and Fiction, girişine büyük bir yuvarlak masa koyardı. Bembeyaz, kolalı ve jilet gibi ütülü bir örtü serilir, üzerine ödüle aday kitaplar dizilirdi. Apartheid ve uluslararası ambargodan yeni kurtulmuş ülke, Commonwealth aidiyetini dünyaya açılan kültürel bir pencere gibi görüyordu o zaman. Kültürel çeşitliliğe gösterilen hassasiyet çok önemliydi. Hintli Arundhati Roy’un Küçük Şeylerin Tanrısı’nın ödülü kazanması, Güney Afrikalı Coetzee’nin Utanç romanının kazanmasından daha çok sevindirmişti.
Kültürel çeşitlilik hassasiyeti göstermek bir tür kefaret ödeme değil mi? Sömürgeleştirilen coğrafyaların yazarları, tanık oldukları toplumsal, kültürel ve ekolojik tahribatları ellerinde kalan tek geçer akçe olan İngilizce ile yazıyor. Kolonyal geçmişleriyle zenginleşmiş sponsorlar da, postkolonyal bir edebiyat ödülü sayesinde bu travmaların anlatılmasına ve duyulmasına fırsat tanıyarak aslında kendini ödüllendirmiyor mu? Britanya henüz postkolonyal sorumluluklarıyla sonuna kadar yüzleşmedi. Commonwealthli, İskoç ve İrlandalı yazarların daha dünyaya anlatacak çok hikayeleri var. Edebi sınır kapılarını Amerikalı yazarlara açmak ne kadar doğru?
Sınır mı dedim? Sınırlar ve duvarlar örmeye meraklı, başka coğrafyadan olanları istemeyen aşırı sağ politikalara karşı edebiyata sınır koymak mı? “Post-hakikat” karşısında güçlü olması gereken İngilizce edebiyatı, arasına giren Atlantik okyanusu ile ikiye mi böleceğiz? John Berger’ın bir lafı var: “Bizim çağımız zoraki yolculuklarda kayboluşun çağı.” Man Booker Ödülü’nün idealize ettiği milliyetsiz, coğrafyasız, sınırsız, sadece İngilizcenin birleştirdiği bir edebi ütopya mümkün mü?
Belki de Man Booker, George Saunders’ın romanı gibi “Arafta” bu aralar. Commonwealth ve Britanya yazarlarına borcunu ödeyip onların kültürel hamiliğini yapmakla, sınırların olmadığı bir edebiyat evreninin öncülüğünü yapma kararsızlığında. Belki de, Michael Ondaatje romanı gibi “İngiliz Hasta” edebiyata taze kan arayışı içinde.
Yeni yorum gönder