Ülke itiş kakışla, gazla, yalan dolanla, nefret söylemleriyle ağzından salyalar fışkırtan insanlarla dolu. Ne yapsanız, ne yazsanız olmuyor. Okuyun o zaman… Hatta dilerseniz bu sayfayı sonuna gelmeden kapatıp gidin bir Sait Faik kitabı okuyun. Yok, çok merak ettiyseniz, buyurun.
İstanbul Karaköy’deki balık pazarını bilirsiniz. Geçen gün, insanların on dakikalık yolculukta yer kapıp oturmak için birbirini ite kaka bindiği motordan indim. Aklıma “Lüzumsuz Adam”dan bir bölüm geldi: "Kimdir bu sokakları dolduran adamlar? Bu koca şehir, ne kadar birbirine yabancı insanlarla dolu. Sevişmeyecek olduktan sonra neden insanlar böyle birbirlerine giren şehirler yapmışlar? Aklım ermiyor. Birbirini küçük görmeye, boğazlaşmaya, kandırmaya mı? Nasıl birbirinden bu kadar ayrı, birbirini bu kadar tanımayan insanlar bir şehirde yaşıyor?" Gözüm balık pazarına takıldı. Martılar tepede uçuşuyordu. Aklıma “Ermeni Balıkçı ile Topal Martı” öyküsü geldi önce. Sonra “Balıkçının Ölümü”, “Dülger Balığı’nın Ölümü”... Kafamda dönüp duruyordu Sait Faik. Yavru çinekopları görünce öptüğü balık geldi aklıma. Hikaye şöyle: Sait Faik, zamanında Burgazada’da bir balıkçıyla denize açılmış. Bir Karagöz tutmuş ve onun yavru olduğunu görünce öpüp tekrar denize bırakmış. Yanındaki balıkçı nedenini sorunca, “Artık denizde benim öptüğüm bir balık dolaşıyor,” demiş. Artık yavru balıkları öpen yok. Zaten var olan ne kaldı ki? Yaşar Kemal, "Sait Faik'in hikayelerini okuyanlar adam öldüremezler. İnsanlara kötülük edemezler, sömürücü olamazlar, sömürücülerle birlik olamazlar. İnsanlar nerede aşağılanıyorsa ona karşı koyarlar. Ama gerçekten, yürekten insanca okuyanlar…" demiş.
Bu satırları yazarken, romatizmalı dizlerinde bir battaniyeyle pencereden dünyaya bakıp iç geçiren bir teyze gibi hissediyorum kendimi. Birazdan torunum gelecek ve ben ona, “bizim zamanımızda şöyleydi böyleydi, insanlar erdemden, vicdandan beslenirdi. Bugünkü gibi sömürü, ayrımcılık yoktu, cana kastedilmezdi. Edilse de adaletin terazisi gıcırdamazdı,” diyeceğim. Ama hayır, maalesef diyemeyeceğim. Olsa olsa torunuma Sait Faik’in hikayelerindeki insanları, balıkları, aşkları, duyguları anlatabilirim. Ve evet yalnızlığı da, insanlara olan inancı kaybetmemek için çırpınmayı da, yabancılaşmayı da…
ÖMER SEYFETTİN ÖLDÜĞÜNDE SAİT FAİK 14 YAŞINDAYDI
Sait Faik'in hikayelerini okuyanlar adam öldüremezler. İnsanlara kötülük edemezler, sömürücü olamazlar, sömürücülerle birlik olamazlar. İnsanlar nerede aşağılanıyorsa ona karşı koyarlar. Ama gerçekten, yürekten insanca okuyanlar. (Görsel çalışma: Kaan Bağcı)
Herkes “Alemdağı’nda Var Bir Yılan”dan, “Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey,” cümlesini cımbızla alıyor. Büyük laf, ama kimse devamını yazmıyor; “Burada her şey bir insanı sevmekle bitiyor…” Herkes “Yazmasam çıldıracaktım”ı –ki aslında “yazmasam deli olacaktım”dır– ağzılarına sakız yapmış. Çok kimseler o cümleye gelene kadar neler olduğuna takılmıyor, bunu bugün bile mesele etmiyor, insana olan inancının erimesine rağmen inadına direnmesine… Artık kimseler Sait Faik’in inandığı şeylere inanmıyor. Hikayelerini bilmiyor. Bu satırları yazmaya başlamadan birkaç saat önce bir yarışma programında “'Mahalle Kahvesi' ve 'Semaver' hikayelerini yazan, Burgazada’daki evi müze olan edebiyatçımızdır kimdir?” diye soruldu. Popüler kültür sorularına takır takır cevap veren üç yarışmacıdan biri bu soruya cevap veremezken, ikisi Ömer Seyfettin dedi. Ömer Seyfettin öldüğünde Sait Faik 14 yaşındaydı. Hem bu yanıt yarışmacıların iki yazarı da tanımadığı anlamına geliyordu. Afili bir cümleyle bitiremediğim bu yazıda okuma listesini tek tek veremiyorum, tek bir isim veriyorum: O yavru balığı öpüp denize salan adamı, Sait Faik’i okuyun, yoksa hepiniz deli olacaksınız.
SİBEL ORAL
sibelo@gmail.com
Yeni yorum gönder