Latife Tekin ile 2013 sonlarında, sanki göğün delindiği bir pazar sabahı Arnavutköy’deki evinde tanıştım. Kuvvetle ihtimal kendisi hatırlamakta zorlanacaktır, lakin bende, o günün anısı hayli büyük. Yirmilerinin başlarında, sevgili hocam Müge İplikçi’nin atölyesinden kendi hesabıma çıkardıklarımla yazarlık hayalleri kuran ben, yürümeyi düşlediğim yolları ‘sanki kır atıyla geçmiş’ bir kahramanın elini sıkıyordum. O an, teklif edilse, ömrümün yarısını yaşamaktan vazgeçmek pahasına kendi geleceğimi karşımdaki mevcudiyetle ikame edebilirdim. Ne var ki, beş yıl gibi kısa bir süre bile insanı tahmin ettiğinden fazla büyütebiliyor. Gerçeklerin kör hayallerden kıymetli olduğuna ayabilmek, cesareti de beraberinde getiriyor.
“BÜYÜLÜ VE GERÇEKÇİ”
1983’te çıkan ilk kitabı Sevgili Arsız Ölüm’den başlayarak, Berci Kristin Çöp Masalları ve Gece Dersleri gibi kült romanlara imza atmış yazarın, Türk Edebiyatı’nda kendisine ‘biricik’ bir koltuk ayırttığı, bugün edebiyat çevrelerinde hemen herkesin üzerinde uzlaştığı bir başarı. Hem okur, hem eleştiri cephesi, hem de akademi Latife Tekin’in öncül metinlerini ‘büyülü gerçekçilik’ ile tanımladı, tanımlamayı sürdürüyor. Alman sanat eleştirmeni Franz Roh, yirminci yüzyılın başlarında yayınlanan kitabında, büyülü gerçekçiliği ‘konuları ve temaları hayal ürünü, fantastik ve rüyamsı niteliğe sahip çalışmaları’ anlatmak amacıyla kullanıyor.
Gelgelelim, yazar bütün bu uzlaşıyı yadsıyor ve Hürriyet’ten Banu Tuna’ya verdiği röportajda durumu şöylece özetliyor: “Ne büyülü ne de gerçekçi herhangi bir yazım poetikasının bilinçli yolcusu olmadım. Okurlarıyla yakın teması olan biriyim. Onların bu kavramı kullandığında ne anlamış olabileceğini düşündüğümde şunu görüyorum: Onlar şiirsel bir etkilenme yaşadıkları metinlere bu adı veriyorlar.”
Tekin’in Manves City ve Sürüklenme başlıklı ve birbiriyle ilintili son iki romanının piyasaya çıkmasından sonra verdiği bu görüşün birkaç sorunlu tarafı var. Metin boyunca bunlara yer yer dokunacağım; fakat yazarın sözünü ettiği ‘büyülü’ ve ‘gerçekçi’ kavramlarına odaklı düşünerek ilerlemek galiba en sağlıklısı olacak.
“FAKİRİM, DÜNYAM SONBAHAR”
Manves City’nin bir numaralı kişisi Ersel, fabrikada sendikalaşma faaliyetleri yüzünden karalanarak cezaevine girmiş bir işçi. Tekin, yapıtını bu karakterin etrafında kurmuş: 5 yılın sonunda özgürlüğüne kavuşup soluğu kasabada alıyor ve üvey kızı olan Eda’yı aramaya girişiyor. Erice adlı hayali bir yerleşim biriminde geçen hikâyede mekânın yıllar içerisindeki dönüşümü, Ersel’in çocukluğunda annesiyle tarlalarında çalıştığı bu yerde artık bir işçi olarak (hatta mahkûm olmuş bir işçi olarak) var olmasıyla verilmiş. Yani ki daha romanın başında, bir kapitalizm timsali olarak kırsalın sanayileşmesi, ‘fakir ama mutlu’ köylüyü, ‘fakir ve mutsuz’ işçi haline getiren bir canavar olarak sunuluyor.
Yazar, bu ‘gerçekçi’ dönüşümü resmederken, Manves City halini almadan önceki Erice’yi, Pırasa Ovası’nda konumlu ‘büyülü’ bir cennet mekân olarak servis ediyor. Ersel’in çocukluk arkadaşı Nergis’in yerel bir gazetede çıkan köşe yazıları, eski sevgilinin kendine yazdığı mektuplar ve fabrikada çalışan işçilerin öneri kutularına attıkları el yazması notlar birer izlek olarak okurun metinde diri tutulmasını sağlarken, aynı zamanda, sözünü ettiğim dönüşümün seyredilebilmesi için de bir imkân oluşturuyor. Bu noktada, bu üç izleğin romanda en görünür ‘gerçekçi’ öğeler olduğunu söyleyebiliriz.
Tekin’in bu romanı yazabilmek üzere çokça sanayi kentinin işçi mahallelerinde vakit geçirip yakınları ve kendileriyle görüştüğünü metne başlamadan evvel okumuştum. Sonrasında takip ettiğim röportaj ve ilgili yazılar da bu emeği önümüze sundu. Hal böyleyken, yazardan deyim yerindeyse ‘bugüne ait’ ve ‘bugünün kelimeleriyle’ konuşan bir dil bekledim. Yalnız bu mu? Dil konusundaki beklentimi şekillendiren bir de arka kapak vardı: “yepyeni, duru bir dil”. Gelgelelim, romanın ilerleyişi benim için bir hüsrana dönüştü.
POLİTİK BİR METİN
Bir örnekle bakalım: “Amir’in Bahal’i görme isteğini Azimet Bey’e iletmeden önce konuyu Ogün Bey’le konuşmasının iyi olacağını düşünmüştü Ersel ama bunun için Ogün Bey’in uygun bir vaktini kollaması gerekecekti, hasta ineklere bakıp dönecekti, çay içmeye bile zamanı yok.” (s. 95) Tıpkı bu alıntıda olduğu gibi, roman baştan sona uyumsuz fiil çekimleriyle örülü. Bununla beraber, burada da gözleyebildiğimiz üzere belirli birtakım yerlerde farklı görev ve çekimlerdeki yapılar virgülle ayrılıp tek cümleye sığdırılmış. Burada itirazım yazara değil, o ‘bir şey denemek’ istemiş olabilir. Lakin basılı metni ‘duru bir dil’ olarak lanse eden yayınevine, bir Türkçe sözlük açıp ‘D’ sayfasına göz atmalarını tavsiye ederim. Tabii bundan önce, TDK’nın virgül tanımını hatırlatmayı isterim: “Yazılı cümlelerde birbiri ardınca sıralanan eş görevli kelime ve kelime grupları arasına konulan, kısa bir durmayı göstermek için kullanılan noktalama işaretinin adı.”
Önceki paragrafın başında sözünü ettiğim ‘bugünün kelimeleri’ beklentisi, özellikle diyaloglarda kendini göstermesi gereken ve okuru, yoksul bir işçinin dilinde gezdirecek bir üslubu tarif ediyordu. Lakin gerek anlatıcı, gerekse roman kahramanları, pahalı boğaz semtinden Anadolu taşrasına bakan bir çift gözü getirdi benim aklıma. “Fakirim, dünyam sonbahar.” (s. 91) Ersel’in dalıp gittiği bir anda kendine fısıldadığı bu cümle, kahramanın bir İkinci Yeni şairi olup olmadığını düşünmeme sebep oldu.
Ezcümle... Manves City’de bir işçi kentindeki işçilerin ahvalini hikâyeleştirmeyi dert edinen yazar, kendi yorumu olan ‘iltimaslı’ halkçılığı, tanımı güç bir sınıf meselesi üzerinden vermeye çalışıyor. Yayıncının ‘iltimaslı’ editoryal yardımı ise, metnin bir adım ileri gitmesine izin vermiyor. Böylece, ‘büyülü’ ve ‘gerçekçi’ öğelerin iç içe girdiği roman, tashihe muhtaç politik bir metin olmaktan öteye gidemiyor.
MANVES CITY
Latife Tekin
CAN YAYINLARI 2018
Yeni yorum gönder