Istrancalı Abdülharis Paşa’yı Rumeli’yi kaybımızın hikâyesi olarak da okumak mümkün, Trakya’nın yerel Türkçesinin edebiyata yansıması ya da yerli bir vampir anlatısı olarak okumak da... Hangi niyetle okursanız okuyun bir okur olarak karşılıksız kalmayacak beklentiniz.
Karlofça Antlaşması ile Balkan Savaşları arasındaki felaketler silsilesinin haddi hesabı yok. Bizim Rumeli dediğimiz diyarın Balkanlaşmasının hikâyesi ise ciltlere, kütüphanelere sığmayacak bir facialar silsilesi. Elbette bu facialar silsilesinin kolektif hafızaya sinmiş nice uzantısı var. Peki, edebiyatımız bu izlerden ne kadar yararlanabiliyor? Edebiyatta karşılığı olmayan travmalarımız hem bugünümüze hem de geleceğimize ket vuruyor.
Mehmet Berk Yaltırık’ın yazı mesaisinin ürünleri; söz konusu travmalara dışarıdan bakmanın, onlarla yüzleşmenin ve hatta onlara şifa aramanın bir yöntemi olabilir mi? Bu yazının konusu o kadar büyük bir soruya cevap verme iddiası taşımasa da bir açılış sorusu olarak bunu not düşmekte fayda görüyorum.
Mehmet Berk Yaltırık, edebiyatın örneklerini büyük ölçüde “tercüme” kitaplardan okuduğumuz korku, gerilim, fantastik gibi alttürlerini yerli kaynaklardan inşa edebilen az sayıdaki yazarlar arasında yer alıyor. Bu toprakların hikâyesini tercüme olmayan bir dil, üslup ve olay/tema örgüsüyle kaleme alıyor Yaltırık. Istrancalı Abdülharis Paşa, Mehmet Berk Yaltırık’ın ikinci romanı.
“Tarihi roman” denince zihnimizde bir dizi klişe beliriyor. Korku yahut fantastik denince başka bir klişe denizine dalıyoruz. Mehmet Berk Yaltırık, bu klişelerin dışında bir yerde otağını kurmayı başarıyor. Bu farklılığı konunun kaynaklarına olan ünsiyetine ve hâkimiyetine bağlıyorum ben kendi adıma.
Istrancalı Abdülharis Paşa, bir yörükken Trakya’da iskân edilen “beg” çocuğu. Bu çocuk, roman boyunca kâh eşkıya olup dağa çıkıyor kâh “eşkıya Azrail’i” olarak nam salıyor. Bu romanın bir ayağı. Romanın bu ayağı bizi 17. yüzyıldan alıyor bugüne kadar getiriyor. Romanın bir başka ayağı ise günümüzde geçiyor. Kariyerinde başarılı ilişkilerinde sorunlu akademisyen bir karakterimiz var. Henüz ilk basamaklarında olsa da ele aldığı konuyu dibine dek araştırmayı bir takıntı haline getirmiş. Tarihçi ama bir şekilde Balkan folklor anlatılarına yöneliyor. Daha doğrusu Istrancalı Abdülharis Paşa’ya… Romanın neticesinin tam bir kızılca kıyamet olduğunu söyleyebilirim ama daha fazlasını söylemem pek de doğru olmaz.
İhsan Oktay Anar’ı hatırlatıyor
Metinde yer alan yerel ağızlara ait kelimeler de Osmanlıca kelimeler de öyle bir bütünlük içinde yer alıyor ki hiçbiri “bilmeyenlere” bile yabancı gelmiyor. Bu açıdan biraz da İhsan Oktay Anar’ı hatırlatan bir tarafı var romanın. Ancak yeni bir İhsan Oktay Anar ile karşı karşıya değiliz. Geçmişle günümüz arasında kurduğu bağlantı, diyaloglar ve karakterlerin seçimi açısından yepyeni bir yazar Mehmet Berk Yaltırık. Onun İhsan Oktay Anar’dan en temel farkı işin yerlilik kısmına daha çok önem vermesi ve olay örgüsünün daha sağlam olması bence. Yaltırık, okurunu Anar’dan daha çok kolluyor sanki. Bu onun hem güçlü hem de zayıf yönünü temsil ediyor.
Istrancalı Abdülharis Paşa’yı Rumeli’yi kaybımızın hikâyesi olarak da okumak mümkün, Trakya’nın yerel Türkçesinin edebiyata yansıması ya da yerli bir vampir anlatısı olarak da okumak mümkün. Hangi niyetle okursanız okuyun bir okur olarak karşılıksız kalmayacak beklentiniz. En azından ben karşılıksız kalmadım.
Yeni yorum gönder