Naipaul şöyle demişti de hepimiz kızmıştık: “Bir iki paragraftan sonra, bir yazı, bir kadın tarafından mı yazılmış, anlarım. Ve benimle eşit olmadığını düşünürüm.” Cinsiyet vazgeçilmesi, saklanması gereken bir şey midir? Yoksa duyurulması gereken bir ses, kuşanılması gereken bir kılıç mıdır? Yazarken? Okurken? Önkabullerle yaklaşabilirsiniz. Bir kadın yazar, kadın öyküleri yazıyorsa bir misyon üstlenmiş olmalıdır. Kadınların sesi olur, haklarını savunur, onlar adına empati dilenir, özdeşleşme platformu yaratır, kadının gücünü kutlar.
Oysa Alice Munro asla böyle bangır bangır bağırmıyor. Bazı Kadınlar’daki öyküleri okudukça kendimi hiç tanımadığım kadınların, hiç gitmediğim evlerinde buldum. Yine de evler tanıdıktı. Banyo sağdaki ilk kapı. Çay fincanları tezgahın üstündeki dolapta. Aynılığın farkını anlatmak hüner ister.
Yaşam öyküleri, Munro’nun kadın karakterleri için, hatırlanan bir anıyla başlıyor. O andan itibaren verilen kararlar, başa gelen olaylar yaşamı ilerletiyor. Yol ayrımları, engeller ve virajlarla dolu tek yönlü bir yol yaşam. Geri dönüş yok, mola yok, hep ileri gitmek var. Kanser olup ölümü bekleyen karakterler için de, çocukları öldürülenler için de, cinayet işleyenler için de.
Munro, yaşamın olağan akışında gitmesine engel olarak seçtiği temalarla şaşırtıyor: cinayet, ölüm, felaket, ihanet, şiddet. Ancak, hiçbir öykünün ana kurgu eğrisi bu temalar üzerine inşa edilmemiş. Sayfaları çevirdikçe yaklaşmakta olan tehlikeyi hissetmiyorum. Aniden oluyor, çabucak bitiyor. Munro’yu ilgilendiren ana kurgu eğrisi, yarattığı bu felaket tünelinin öbür ucundan hayatta kalmayı başararak çıkan karakterlerin uğradığı değişim.
Hayatta kalanın anlattığı hikayelerde kılavuz hafıza. Munro inisiyatifi tamamen karakterlerinin hafızasına bırakmış durumda. Zekice değil mi? Hafızanın olayların ne kadarını hatırlayıp, hangi detayların üzerinde durup, hangilerini unuttuğu, olayların akışına verdiği öncelik sırası anlatım örgüsünü oluşturuyor yazarın. Anlattıkları kadar, anlatmadıkları da tabloyu tamamlıyor. Hafıza. En büyük yargıç, en duygusuz vicdan, en acımasız ahlak bekçisi. Kader yok, ders yok, seçimler var ve hayat devam ediyor. Tövbe etmeye gerek yok. Pişmanlık, yersiz.
Munro, karakterlerine seçim yapma iradesi, seçimlerini uygulayacak zaman ve hayatı devam ettirme gücü veriyor. Öyküler bittiğinde, yaşam ana karakterler için devam ediyor. Bu Munro’nun yaptığı bilinçli bir seçim. Lakin, bir iyimserlik, bir zafer duygusu yok bu seçimde. Bir kabulleniş, “ermiş” bir bakış açısı var belki de yazarın yaşından ve ölümlülüğü ile barışık olmasından kaynaklanan.
Danny Allison
Anlatıcı ses olarak yargılamayan ve taraf tutmayan Munro, Bazı Kadınlar’daki son öykü "Aşırı Mutluluk"ta yer alan Sofia karakterini diğerlerine göre biraz daha şeffaf kurgulamış. 19. yüzyılda gerçekten yaşamış matematikçi ve yazar Sofia Kovalevsky’yi başkahraman yapmış bu öyküde. O dönemde, zeki ve başarılı bir kadının erkekler dünyasında kendini kabul ettirebilmek için yaptığı fedakarlıklar anlatıyor. Sofia sayesinde, matematiğin hayal gücü üzerine kurulu olduğunu, iyi bir öykü yazmanın aynı zamanda iyi bir matematik olduğunu savunuyor. Öykülerindeki olaylar örgüsünü bir satranç gibi planlamış. Oynanan her taş, yazarı Şah-Mat’a götürüyor. Hiç hatalı bir hamle yapmadan.
Munro’nun kurgu dinamiği, felaket engellerine rağmen yapılan seçimlerle hayatın devam etmesi ile karar veremeden bir hayali beklemek ve hayatı askıya almak arasında bir denge kuruyor. Bazen inadına zamanın geçmesine engel oluyor, karakterlerinin iradelerini teslim alıyor.
Öyküye saygı lütfen
Kısa öykü yazarları çok iyi nişancılardır. Hedeflerini belli etmezler ama tek atışta vururlar. Şiir kadar sözcük ekonomisi vardır ama roman kadar yüklüdür. Hatayı gizleyecek yeri yoktur. Yazar konsantrasyonunu bir paragraf boyunca bile yitiremez. Munro’da süs, betimlemeler, sözcüklere takla attırarak kendini kanıtlama çabası yok. (Bu eleştiri yazısı bile daha gayretkeş bu konuda.) Sade, çıplak, makyajsız bir anlatım. Kolayca yazmış gibi. En zoru da bu zaten. Karakterlerin düşüncelerinin ne zaman kafa sesi olarak, ne zaman diyalog olarak verileceği, Munro tarafından çok iyi hesaplanmış. Diyalog sadece tırnak içindeki sözler değil, olmamalı:
“Birlikte atlatacağız,” dedi Joyce.
Jon ona mesafeyle, hatta merhametle baktı.
“Artık ‘biz’ değiliz,” dedi.
…
Annem o sıralar antikacılık yapmayı düşünüyordu… kızının işi nasıl gidiyor diye, geçerken uğramak istediğiin söyledi.
“Gayet iyi” dedi, giriş holünün kapısında durup antikaların görüntüsünü engelleyen Mrs Crozier.
Gezegen kadınlar ve uyduları
Öykülerdeki kurmaca kadınlar bir şekilde birbirine bağlı aslında. Bazen yazarların kurduğu kurgusal tesadüflerle -aynı adamın sevgilisi olmak gibi- daha çok bir kader komşuluğu içindeler. Bazen çocuklukta paylaşılan bir sır onları bağlıyor. Sürekli birbirlerinin yerini alıyorlar yaşamda. Tesadüflerle ya da verilen kararlarla birbirlerinin yaşamına dokunuyorlar. Bazı kadınlar ana gezegen gibi, diğerleri de uydu olarak bu kadınların etrafında dönüyor, yaşamını ona göre belirliyor.
Bugün öykücülüğün henüz ilk başarılarını kazanan pek çok kadın yazar ve 1931 doğumlu, artık yazmayacağını açıklamış, Nobel Edebiyat Ödüllü, “dişi Çekov” lakaplı Alice Munro da diğer bütün kadınlar gibi birbirine bağlı. Gezegen ve uydu gibi. Alice Munro öykücülüğü, konusunu kadınlardan almaya karar vermiş ve kendi yörüngesini o yönde saptamış tüm yolun başındaki öykücüler için zengin, yaratıcı ve üretken bir geleceği olası kılıyor.
Yeni yorum gönder