Ütopya, ilk kez 1516 yılında İngiliz devlet adamı, hukukçu ve yazar Thomas More tarafından ortaya atılan bir kavram. Yazmış olduğu esere adını veren bu kavram “olmayan yer” ya da “iyi yer” anlamına geliyor.* Bir ada ülkesinde geçen Ütopya’da, toplumun mutluluğu için daha iyi bir yönetim ve ideal bir dünya düzeninin nasıl oluşturulacağı anlatılır. Buradan hareketle ütopya, ideal ama gerçekte var olmayan siyasal, toplumsal bir yaşama biçimini temsil eden kurgusal metinler olarak literatürdeki yerini alır.
Etki dairesine bakılırsa More, Ütopya adlı eseriyle sosyalizmin temellerini de atmıştır. Ama ilginç olarak, düşünürümüz, bu eserinde kendi vatandaşları için ideale yakın bir dünya hayali kurmuşsa da kendi toplumunun geleceği için Ada’nın sınırları dışındaki insanları sömürmekte, onları kontrol altında tutmak için ekonomik gücü bir silah olarak kullanmakta ve güç sahiplerini satın almakta, kendi insanları için diğerlerini savaştırmakta hiç sıkıntı görmemiştir. Bu açıdan eser, emperyalizmin babası olan İngiliz siyasetinin halen daha uykusuz gecelerinde süt içip okuduğu bir başucu kitabı gibi durmaktadır.
Ütopyanın karşıtı olarak distopya
Distopya ilk kez, İngiliz filozof, politik ekonomist, parlamenter ve devlet memuru John Stuart Mill’in 1868 yılında yaptığı bir parlamento konuşmasında anılan bir kelime. Mill, ekonomi-toprak meseleleri üzerine yaptığı konuşmada, bu konular dâhilinde ütopyaya ulaşmak isteyenlerin amaçlarındaki imkânsızlığı, sonuç olarak da bu imkânsızlıkların aslında bir distopya olacağını öne sürmüştür. Yani kendisinin distopya ile kastettiği “kötü bir yer”dir. Böylelikle terimi bizim şu anda kullandığımız anlamda kullanmamış olsa da kavram literatüre karşıt ütopya olarak girmiştir.
Distopyanın bir tür olarak edebiyat sahnesinde yer almaya başlaması 1900’lü yılların başına rastlar. Şu aralar kapitalizmin kalesi sayılan, o zamanlardaysa ekonomik kalkınma peşinde koşan bir ülke olan Amerika’da bir yazar, ilk defa distopya özelliği taşıyan bir metin kaleme alır. Bu yazar hayatı zorluklar içerisinde geçen, büyümekte olan kapitalizmin sillesini yemiş Jack London’dan başkası değildir. 1908 yılında yayınlanan, oligarşinin işçi sınıfı ve çiftçiler üzerindeki baskılarını anlatan Demir Ökçe distopya türünün ilk örneği sayılabilir.
Rus hapishanelerinde uzunca bir vakit geçiren Yevgeni Zamyatin’in 1920 yılında totaliter rejimleri eleştiren Biz adlı eseri kaleme almasıyla distopya ateşi tam anlamıyla yanmaya başlar. Zamyatin, 1924’te İngilizce olarak basılan bu eseriyle adını distopya tarihine çıkmamak üzere kazımıştır. Totaliter devletin inançlarına bağlı olan D-503’ün günlüğü üzerinden anlatılan bu kitap kendinden sonra gelen yazarlar için çok net bir şekilde esin kaynağı olmuştur.
1932’de Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı yayınlanır ve distopyanın yükselişi hızlanır. Zamyatin’in Biz ile yaptığı bilim kurgu düzeninin esintileri kendini iyiden iyiye belli eder. Huxley, bu romanla Ford’dan sonra 632 yılında tek bir devlet yönetimi altında insanların makinelerde üretilip sınıflandırıldığı; sanatın, dinin, felsefenin yasak, insanları uyuşturarak rahatlatan somanın serbest olduğu bir düzeni anlatır.
1949’da distopya, tarihinin en büyük sıçramasını yapar. George Orwell’in 1984 adlı romanı her ne kadar Zamyatin’in Biz adlı eserinden esintiler taşısa da edebiyat tarihindeki zamanlar üstü yerini almayı başarır. Bu kitapla Büyük Birader’in her şeyi görüp bildiği, tarihi bile zamana göre yeniden yazıp ürettiği, bireylerin tamamen kontrol altında olduğu bir dünya düzeni anlatılır.
Distopya, bilim kurgunun alt türü mü?
Bu tarihten sonra pek çok yazar distopya türünde eserler vermiştir. Türün en önemlilerinden biri de 1951’de yayınlanan Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451 adlı romanıdır. Dev ekranlardan yayınlanan programlar ya da itfaiye teşkilatının mahareti sayesinde ayakta tutulan bir düzenin anlatıldığı bu dünyada da pek tabii bilgiye ve kitaplara yer yoktur.
Kurt Vonnegut’un “Konusunu, konusu güle oynaya Biz’den araklanmış Cesur Yeni Dünya’dan keyifle arakladım” dediği Otomatik Piyano, Anthony Burgess’in İngiliz toplumunun geleceğini, değişim sancılarını ve kendi beynindeki ölümcül tümörü düşünürken kaleme aldığı Otomatik Portakal, Margaret Atwood’un kadınlar üzerinden kurguladığı distopyası Damızlık Kızın Öyküsü, usta bilim kurgu yazarı Ursula K. le Guin’in ütopik-distopik eseri Mülksüzler distopya edebiyatının sonraki dönemlerdeki önemli eserlerindendir.
Son zamanlarda yayınlanan eserlerde distopya, bilim kurgunun bir alt türü gibi işlenmeye devam etmiştir. Aslında ilk bakışta yadırganabilecek bu iç içe geçiş, türler arasındaki mükemmele yakın uyumdan başka bir şey değildir. Teknolojiye bağlı olarak gelişen gelecekteki bir düzeni, yıkımı, toplumsal yapıyı, huzursuz insan psikolojisini hayal ederken distopyadan faydalanmamak neredeyse imkânsızdır. Özellikle teknolojinin tavan yaptığı ama yaşam kalitesinin düştüğü siberpunk, kıyamet ve kıyamet sonrası dönemin anlatıldığı apokaliptik-postapokaliptik bilim kurgu eserlerinde yapıları itibariyle distopyanın varlığı iyiden iyiye hissedilir. Yıkımın ve yeniden var oluşun anlatıldığı bilim kurgu eserleri için toplumla hem politik, hem sosyolojik hem de psikolojik açıdan oldukça güçlü bağları olan distopya biçilmiş kaftandır.
Belirtmekte fayda var, son dönem distopik unsurlar barındıran popüler sinema yapımları da siberpunk, apokaliptik-postapokaliptik eserlerin arasından çıkmaktadır. P.K Dick’in Androidler Elektrikli Koyun Düşler mi? (Bıçak Sırtı), Azınlık Raporu, Gerçeğe Çağrı, Suzanne Collins’in Açlık Oyunları serisi, Isaac Asimov’un Ben Robot’u, Richard Matheson’un Ben Efsaneyim’i bu eserlere örnek sayılabilir.
Distopya ile anlatılmak istenen ne?
Demir Ökçe ile birlikte yukarıda sıralanan eserlerin yayınlanma tarihlerine bakılacak olursa distopyanın edebiyat ve insanlık adına ne derecede önemli bir tür olduğu görülebilir. Ekonomik buhranlar, devrimler, Birinci Dünya Savaşı, hemen üzerine İkinci Dünya Savaşı’nın ayak sesleri, ardından savaşın kalıntılarından yükselen bir Soğuk Savaş dönemi… Bu eserlerin doğumlarının umutsuzluğun ve çaresizliğin hüküm sürdüğü zamanlara denk gelmesi pek tabii rastlantı değil. Hiçbir gerçek edebiyat eseri ya da türü, içinde bulunduğu toplumun politik, sosyolojik ve psikolojik durumlarından bağımsız olarak ortaya çıkamıyor.
Fakat bu bahsedilenler dışında distopyanın yapısıyla ilgili başka dinamikler de çalışmaya devam eder. Bu noktada Necip Tosun’un şu sözleri önem kazanıyor: “Sanatçı/edebiyatçı, herkesin bildiği durumları gazeteci gibi anlatan/aktaran değil, olaylar olmadan önce hisseden, kimse duymadan işiten kişidir. Edebiyatçı, büyük olaylara, yıkımlara gidilen yolları hisseder ve eserlerinde bunları sezdirir.”
Distopya aslında tamamen bir hayalin, kurmacanın, bilim kurgunun ürünü değildir. Bizzat içinde bulunduğu dönemden ilham alan, parçası bulunduğu toplumun adım adım yaklaştığı karanlık geleceğine dair edebi bir ikaz aracıdır. Zifiri karanlık bir savaş meydanında gökyüzüne atılan ve kuytu köşede size saldırmak için bekleyen düşmanınızın yerini gösteren bir aydınlatma fişeğinden farkı yoktur. Düşman oradadır, hep orada olmuştur, olacaktır da zaten, fakat siz artık onun orada bir yerlerde olduğunu değil, tam olarak nerede durduğunu biliyorsunuzdur.
Distopya bu temelden bakıldığında toplumun yapısına ve ilerleyişine dair derin bir eleştiri metni haline de gelir. Yıkıcı görüntüsüne rağmen oldukça yapıcı bir eleştiri tarzına sahip distopya, belki çok da uzun olmayan bir zaman sonrasında toplumu bekleyen tehlikelerin, toplumun şu anda uygulamakta olduğu eylemlerin bir sonucu olduğunu savunarak eleştiri görevini yerine getirir.
Anthony Burgess’in İngiliz toplumunun geleceğini, değişim sancılarını ve kendi beynindeki ölümcül tümörü düşünürken kaleme aldığı Otomatik Portakal, Margaret Atwood’un kadınlar üzerinden kurguladığı distopyası Damızlık Kızın Öyküsü, usta bilim kurgu yazarı Ursula K. Le Guin’in ütopik-distopik eseri Mülksüzler distopya edebiyatının sonraki dönemlerdeki önemli eserlerindendir.
Popüler kültürde distopyanın yükselişi
Son dönem yapıtlarına bakıldığı zaman ütopyadan distopyaya doğru kayma yaşayan çok güçlü bir akım görülebilir. Bu akımın asıl gücü çağımızdaki tüm teknolojik ilerlemelere rağmen toplumları etkisi altına alan kapitalizm kaynaklı büyük huzursuzluktan kaynaklanıyor. Kapitalizm, bir bakıma herkesin özgürce yaşayabileceği, istediğini yiyip içebileceği, istediğine sahip olabileceği bir ütopyadır. Aynı zamanda özgürlükleri, hatta yaşam hakkını bile bir çırpıda insanın elinden alabilen korkunç bir distopyadır da. Dolayısıyla kapitalizmin oluşturduğu bu dengesiz, güvensiz ortamda insanlar kendi gelecek öngörülerini, umutsuzluklarını ve deneyimlerini anlatan eserlere daha çok rağbet ediyorlar. Çağımızda distopyanın gerçekçi, ütopyanın ise çocuksu bulunmasının bir sebebi de bu olabilir. Gerçi iki kavram arasındaki geçişkenlik öyle güçlü ki bir noktadan sonra distopya, ütopyaya karşıt bir kavram olmaktan ziyade ütopyanın kendisi oluyor, ütopya da kolayca bir distopyaya dönüşüyor. Sonuç olarak iki kavram birbiriyle ve birbirlerinde var oluyor.
Sömürgecilik yıllarının başında bir İngiliz düşünür tarafından ortaya atılan ütopya kavramının karşıt görüşü, sömürgeciliğin zirvesinde yine bir İngiliz düşünür tarafından getirilmiş ve bu karşıt görüş Batı uygarlığında gelişip güçlenmiştir. Bu, bir çeşit günah çıkarma eylemine benzese de tarihsel sürece bakıldığında kavramların zamana uygun hale getirilmesi gibi görünüyor. Tıpkı sömürgecilik kavramının zamana uygun hale getirilmesi gibi.
Ayrıca çağımızdaki teknolojik ilerlemelere paralel olarak gelişen bilim kurgu sinemasının kendisiyle uyum içerisindeki distopya edebiyatını da yukarı çekmeyi başardığı bir gerçek. Görsel efektlerin ve yeşil perdenin mucizevi etkisi kitleleri sinemalara, ekran karşısına sürüklemeye devam ederken, distopyanın popüler kültürün etkisiyle birlikte yükselişine devam ettiğini ve edeceğini söylemek doğru olacaktır.
Distopyaya yakışır bir eleştiri
Popüler kültür ürünlerinde distopyanın yerini düşündüğümde aklıma ilk olarak Stanley Kubrick’in Gözleri Tamamen Kapalı adlı filmi geliyor. Film üzerine uzayıp giden tartışmaların içerisinde bir tanesi çok dikkatimi çekmiştir. Gizli tarikatın mensuplarından biri kahramanımızı takip eder ve bu takip aslında gizli bir takip değildir. Bir yerde kendini gösterir. İster ki peşinde olduğu kahramanımız takip edildiğini bilsin. Bu göndermenin yanında, kendisinin de bir zamanlar bu tarikatın üyesi olduğu bilinen Kubrick’in, böyle güçlü bir tarikatı ortaya saçan bir film çekebilmesi, bu aşırı gizli tarikatın gizlilik ilkesine ters değil midir?
Bu eylem tarzı, toplumsal refleksleri zayıflatarak, her daim tetikte durması ve önlem alması gereken insanları bir çeşit atalete sevk eder. Böylelikle toplumu, amaçlarına ulaşmak için kullanılacak bir meta olarak nitelendiren, her şeyi görmek, duymak ve kontrol altında tutmak isteyen Tanrı Devletlerin daha rahat hareket etmesi sağlanır.
Buradan hareketle, yapay zekânın, robotik teknolojilerin hızla geliştiği şu döneme bakarsak, HBO, Netflix vs. platformlarda yayımlanan Westworld, Evaluation, Black Mirror gibi distopya sosuna bulanmış kurmacaların, hatta her gün yayınlanan ana haber bültenlerinin, TV programlarının tam da distopyalarda anlatılan sistemlerin istediği toplum yapısına hizmet ettiğini düşünmek yanlış olmaz. Zira toplumu kontrol altında tutabilmek için gerekli düzenin, toplumun rızasıyla hayata geçirilmesi distopyalar için kusursuz bir eylem tarzıdır. Gerçi bu eserlerin insanları düşündüren, insanların bilgiye ulaşmasını sağlayan, keyifli vakit geçirmelerine sebep olan, yapımcılarına ve bu iş ile uğraşan insanlara kazanç sağlayan yapıtlar olduğunu es geçemeyiz. Fakat bu yapımlarla birlikte toplumun geleceği için otoriter-totaliter sistemin karşıtı olan bir kavramın, uyuşturucu etkisiyle sistemin elinde toplum-toplumlar karşıtı bir role büründüğünü de inkâr edemeyiz.
Her ütopya bir distopya
Sömürgecilik yıllarının başında bir İngiliz düşünür tarafından ortaya atılan ütopya kavramının karşıt görüşü, sömürgeciliğin zirvesinde yine bir İngiliz düşünür tarafından getirilmiş ve bu karşıt görüş Batı uygarlığında gelişip güçlenmiştir. Bu, bir çeşit günah çıkarma eylemine benzese de tarihsel sürece bakıldığında kavramların zamana uygun hale getirilmesi gibi görünüyor. Tıpkı sömürgecilik kavramının zamana uygun hale getirilmesi gibi.
Kurucuları için ütopya olan, güzel bir dünya vaat eden sistem, sınırları dışında kalan diğerleri için nasıl bir dünya düzenini oluşturur? Bu soru aslında ele aldığımız kavramın ne denli değişken olduğunun işareti. Çünkü yukarıda da değindiğimiz gibi kimine göre ütopya olan kimine göre distopya halini alabiliyor.
Ortadoğu’da petrol için çıkarılan savaşlar, kiminin ideal topraklarına, kiminin ekonomik gücüne hizmet ediyor. Kimilerinin ütopyası için kimilerinin yaşaması gereken bir distopya bu. İç savaşlar, soykırımlar, mülteci akınları, hukuksuzluk, adaletsizlik, fakirlik, açlık… Kitaplarda, hayal dünyasında değil, bizzat yaşadığımız çağda denk geldiğimiz bu distopik olaylar kimilerinin ütopyası için. Üst üste yığılan bunca işarete rağmen insanlığın bu distopik dünya yapısına karşı sessiz kalışı bahsettiğim toplumsal- toplumlar arası uyuşturucu etkinin en net sonuçlarından biri gibi duruyor.
Görünen o ki tarih yazma gücünü elinde bulunduran insanlık, teknolojiden bağımsız olarak kendini geliştiremediği sürece adım adım tarihe karışacak ve distopya da tüm zaman dilimlerinde bu yok oluşa dair bolca malzeme bularak edebi yolculuğunu sürdürecektir. Tıpkı bizim zamanımızda olduğu gibi.
Yeni yorum gönder