Marmaray fotoğraflarına bakıyorduk; hani elektrik arızası nedeniyle yolcular tünelde yürümek zorunda kalmışlar ya… İşte o fotoğrafa bakarken kelebek, “Acaba derinlere indikçe canavarları ve azizleri, katilleri ve melekleri de görürler mi?” diye sordu. Şaşırmadım, belli ki edebiyatın paralel dünyasına kaymıştı yine zihni. Nitekim gülüp, “Merak etme, sadece aklıma Gaiman’ın Yokyer’i geldi de, sanki bu yolcular da Yokyer’in terk edilmiş metro istasyonları ve kanalizasyonlardan oluşan yeraltı dünyasına doğru gidiyorlarmış gibi düşündüm,” dedi. Gerçekten de yeraltının loşluğunda yürümekte olan insanları gösteren o fotoğraf, edebiyat kurtları için ne muazzam bir hayalgücü kaynağıydı!
Metrolar, tüneller edebiyatın iştahını her zaman kabartmış olsa da maalesef ülkemizde bu temada eserlere pek rastlanmıyor. Kelebeğin aklına ilk, Queneau’nun Zazie Metroda’sı geldi mesela ama o da Paris’i ziyaretinde metroyu görmeyi çok isteyen ancak grev nedeniyle metro çalışmayınca, şehirde başka maceralar yaşamak zorunda kalan küçük bir kızın öyküsünü anlatır. Yine yurtdışında, özellikle metroda okunması için derlenmiş öykülerden oluşan “metro kitapları” da yok bizde.
Kelebek serzenişlerime pek takılmadı. “Metro kitaplarından önce metroda kitap okuyanların sayısına bak evvela,” dedi, “sen metrodan bahsedince, aklıma edebiyatın belki de en sevdiği temalardan biri olan trenler geldi.” İkimizin de gözleri ışıldatmıştı. Trenler edebiyata hep çok yakışmıştı, özellikle de kış günleri okumaları için biçilmiş kaftandı trenli hikayeler. Nedense genelde hep karla birlikte akla gelirdi edebiyatta tren yolculukları. Listemizdeki ilk sıraya, kelebeğin de, benim de tüm zamanların en favori romanımız olan Anna Karenina’yı koyduk elbette. Anna’nın, lokomotifin buharları ve karlar arasında beliren güzel yüzünü hangi kitap düşkünü unutabilir ki?
“Benim trenlere dair en sevdiğim öykülerden biri Tanpınar’ın Bir Tren Yolculuğu’dur,” dedi kelebek ve hülyalı bir şekilde, “Anadolu turnesine çıkan bir tiyatro grubunun trene binmesiyle başlayan ve öykü yazarının, gruba dair gözlemlerini içeren bu öykü ve Tanpınar’ın doğayı bir şiir gibi aktardığı diliyle her karşılaştığımda, bende bir tren yolculuğuna çıkma hevesi uyanır,” diye de ekledi. “Hava yağmurluydu. Tren ara sıra şiddetli sağanakların arasından geçiyor pencere camları, vagonların üstü, yanları dakikalarca kamçılanıyor, bazen su serpintilerinin içeriye girdiği bile oluyordu. Sonra bu şiddet duruyor, gök biraz daha yukarıya çekiliyor, yüksekte açık, mavi, menevişli, tek bir çiçek gibi tepemize asılıyor, o zaman manzara gülüyor, ışıkla karışan ıslaklık, içimize bir nevi tazeleşmiş dünya hissini yayıyordu. Sonra yine simsiyah bir bulutun ülkesine girerek yine kamçılanıyor yine ince ağların içine hapsediliyor, bir tabiat ortasında seyahat ettiğimizi unutuyorduk.”
Benim aklım da Tezer Özlü’nün Yaşamın Ucuna Yolculuk’una kaymıştı. Neredeyse tüm dünyayı kendi ruhunu kovalamak için dolaştıkça o, ben de hep onun peşinden, aynı yollardan geçerek gitmek istemiştim, kitaplarını ilk okuduğumdan beri. Ve işte şimdi de aklıma kitaptaki, Berlin’den Prag’a trenle yaptığı gece yolculuğu geliyordu. Özlü yalnızca trene değil, metroya da biner Prag’a vardığında. Ve evet, metronun derinliklerinin onun ruhunun üstünde de farklı bir etkisi olduğunu sezerim hep tuhaf bir sevinçle:
“Yavaş yavaş yürüyorsun. Metroya geldiğin an bozuk paran olmadığını görüyorsun. Geç, işareti veriyor turnikede bekleyen kız. Paranın bu kentte hiç önemi yok. Elektrikli merdiven üzerinde müthiş bir derinliğe iniyorsun. Son durakta herkesle birlikte gene derinliklerden gün ışığına çıkıyorsun.”
Özlü’nün gece treni, ikimizin de aklına Lizbon’a Gece Treni’ni getiriyor. Hangimiz hayalini kurmayız ki bir gün, aynı romanın kahramanı gibi, tanıştığımız bir yabancının ve onun geride bıraktığı kitabının ardından her şeyimizi terk edip bir gece treniyle hiç bilmediğimiz bir yere gidebilmeyi? Tren bir öyküde daha aracı olur, asıl olarak ruhumuzun peşinde bilinmeyene doğru bir yolculuğa çıkmaya… Yoksa kitaplardaki trenleri bu yüzden mi çok severiz? Ruhumuza doğru kendi içimizde çıkacağımız bir yolculuğa en çok yakışan araçlar oldukları için mi?
Edebiyat treniyle yaşamın ucuna doğru...
Kelebeğe romantizm fazla geldi! “Sana son olarak Coelho’nun Trans Sibirya yolculuğunda geçen aşk ve mistizm peşindeki romanı Elif’i de anımsatıyorum ama şimdi daha heyecanlı şeylerden konuşalım; mesela polisiyelerden… Trenler denince Agatha Christie’nin Doğu Ekspresinde Cinayet’ini kim anımsamaz ki? Trenler Christie’nin diğer romanlarında da görülür ve gerek gizemli cinayetler gerekse de kovalamacalar için mükemmel mekan oluştururlar. Graham Greene’in İstanbul Treni de, ‘aynı hatta’ ilerleyen ve Christie’yi aratmayan bir polisiye hikaye anlatır. Avrupa’yı bir uçtan diğerine kat edip İstanbul’a ilerleyen tren yolculuğunda siyaset, suç, aşk ve çıkar ilişkileriyle birbirine bağlanmış ilginç karakterler ve tabii ki cinayetle de karşılaşırız. Patricia Highsmith’in Trendeki Yabancılar’ı da, bir tren yolculuğu sırasında tanışan iki erkeğin birer cinayet anlaşmasını değiş tokuş etmelerini anlatan müthiş bir gerilimdir... Trenler bazen de beklenmedik sürprizler hazırlar yolcularına. Yalnızca ölümü değil, bazen de aşkı; Heinrich Böll’ün Trenin Tam Saatiydi romanında örneğin...”
Derken kelebek elinde bir kitapla geldi. Kemal Varol’un derlediği Demiryolu Öyküleri, benzersiz bir hazineydi! Sait Faik’in Üçüncü Mevki, Vüs’at O. Bener’in Kibrit, Erdal Öz’ün Kuklacı, Tomris Uyar’ın Yaz Suyu, Ayfer Tunç’un Kar Yolcusu ve Sabahattin Ali’nin Ayran öykülerinin yanı sıra Mustafa Kutlu’nun 5402, Hasan Ali Toptaş’ın Çift Çizgi, Leylâ Erbil’in Konuşmadan Geçen Bir Tren Yolculuğu ile Oğuz Atay’ın Demiryolu Hikayecileri – Bir Rüya öyküleri de bekliyordu bizi. Sonra kitabın kapağını açtık. Dünyayı unuttuk. Edebiyat treniyle yaşamın ucuna doğru bir yolculuğa çıktık…
* Görsel 1: Burak Şentürk
* Görsel 2: 1948 tarihli Anna Karenina filminden
Ben Coelho nun Elif inde size katiliyorum.Hep bir trene binme arzusu uyandirir bende .Cok mistikdi.
Yeni yorum gönder