“Dil, mitolojik bir hastalıktır,” demiş Tolkien. Sıfatların, metaforların, benzetmelerin gücü masalların içindeki büyüler kadar etkilidir diye iddia etmiş. Ya da büyü, özenle seçilmiş bir sıfattan başka bir şey değildir. “Orman” bir sözcüktür. “Zümrüt” bir sözcüktür. “Zümrüt orman” büyülüdür. Dili kullanma insana yaratıcı-büyücü rolü bahşeder, masal böyle başlar. (“On Fairy-Stories”, 1939). Yetişkin tarafımız, masalı inandırıcı olmayan anlamında kullansa da, kötücülün aramızda dolaştığına ikna olmada masalın etkisi altındayızdır. En saf olanımız bile elle tutulmayan, gözle görülmeyen kötüye, “masallardaki gibi” ütopik iyilik güzelliğe inandığından daha çok inanır. Kötünün var olma olasılığı, iyi bir anlatıcı karşısında hepimizi çocuklaştırır. Tolkien’in tespit ettiği bu “yaratıcı-büyücü” rolün gücünün Goebbels de farkındadır. Ona göre her masal, içindeki şiiri taciz etmemeye özen göstererek -ki asıl amaç anlaşılmasın- politik amaçlara alet edilebilir.
En başa gidersek; kulaktan kulağa, köyden köye, dilden dile gezgin bir tür olarak buluruz masalı. Her anlatıcı yeniden kurgular, her duyan başka bir şekilde duyar. Ev içlerine ise kadınların anlatmaya başlamaları sayesinde girer. Masal anlatımı, genelde emek harcanan işlere eşlik eder, bir nevi motivasyon olur. 1812’de, Grimm Kardeşler kendilerini vatansever folklor araştırmacıları olarak görüyorlardı. Köyleri, çiftlikleri dolaşarak topladıkları geleneksel sözlü masalları yazıya geçirerek Almanya’yı birleştirdiklerine inanıyorlardı. İtaat etme, disiplin, militarizm, şiddetin romantikleştirilmesi ve milliyetçilik Grimm felsefesinde birleştirici güçlerdi. Toplumun tepkilerine göre masalları değiştirdiler. Cinselliği çıkarıp Rapunzel’in namusunu kurtardılar, ebeveynlerin yaptıkları bütün kötülükleri yarattıkları üvey anne karakterine mâl ettiler. Çocukların etrafını saran şiddet ve vahşi ölümler, ibret olsun diye, Grimm masallarında yer almaya devam etti. İncil’deki hikayeler gibi etki yaratsınlar diye, masalları çok kısa yazmaya özen gösterdiler.
Naziler, Grimm masallarından faydalandı. Okullarda okutulması mecburiydi. Masal, ideolojik bir savaş aracıydı artık. Gençlerin milliyetçi ve politik eğitimlerinde en değerli hazineydi. Peri masalı denmeyecekti artık. Böylece masal edebiyatını, masumiyetini, Grimm Kardeşler’in derlediği romantik birleştirici gücünü yitirdi. Halk masalı doğdu. 1933-1945 arası Nazilerin propoganda aracı olarak, masallardan uyarlama filmler vizyona girdi. Kırmızı Başlıklı Kız, swastikalı bir pelerin giyiyordu, Pamuk Prenses’in babası bir Nazi komutandı.
Masallar, alternatif bir evren sunuyor. Bu evrende hukuk yok, ahlakçılık ve ceza var. Yabancı düşmanlar, halkın ve masumların kötülüğünü isteyenler var. Bir hayatta kalma meselesi her şey. Eğer kurallara uyulursa ve bir de kurtarıcı çıkarsa, sonsuza dek mutlu yaşama olasılığı var. Bu alternatif evren, bütün politikacıların, kapitalizmin ve dinin sözlü hikaye anlatma metodu kullanarak hepimizi etkileri altına almak için pazarladıkları gelecek. Öyle bir masal ki bu, hepimizi çocuklaştırıyor. Adına siyaset diyoruz. Masalın ikna gücünü ilk fark eden Goebbels diye, siyaset yorumlarında “argumentum ad hitlerum” kaçınılmaz. Faşizm, tarih sahnesindeki en büyük masal anlatıcı. Masalın içine hapsetmişiz hain kurt olarak olarak Nazileri. Korkmamız gereken hain kurt değil, masal anlatıcısının bugün girdiği kılıklar.
Donald Trump’ın anlattığı yılan masalını duydunuz mu? Seçim propaganda konuşması esnasında yakın gözlüklerini taktı ve anlattı Trump: Yolda bulduğu donmak üzere olan yılanı evine alır kadın. İpeklere sarar, bal ve sütle besler. Tam okşayıp öperken, kötü kalpli yılan kadını sokar. Suriyeli göçmenlere merhamet edilmemesi gerektiği mesajını daha iyi anlatamazdı seçmenine!
Türk aile yapısı kendisini “ortanca hanım” mevhumuna daha iyi hazırlasın diye, ilk öğretimde okutulan kitaplardan birinde, iki teyze kızı ile evli Nasrettin Hoca ile karşılaşıyoruz. Orhan Veli, “Madem ki Hoca’yı halk icat etmiş, halka benzeyecektir,” derken bunu kastetmiyordu. Ama Orhan Veli de suçlanmıştı değil mi, geleneksel masallarımızı Batıcı La Fontaine üslubuyla yazmaya cüret ettiği için.
Masalın velayeti
1933-1945 arası Naziler’in propoganda aracı olarak, masallardan uyarlama filmler vizyona girdi. Kırmızı Başlıklı Kız, swastikalı bir pelerin giyiyordu, Pamuk Prenses’in babası bir Nazi komutandı.
Edebiyat, masalın velayetini tamamiyle siyasete terk etmedi belki ama hikaye anlatma otoritesini masallar yoluyla Disney-Pixar-Tim Burton üçlüsüne devretti, diyebiliriz. Fantastik olana inanmak, duyguların “fantasmaya” kaçışı son derece insani ihtiyaçlar. Aklın ve mantığın varlığını ve gerçekliğini tehdit eden bu ölümcül teslimiyet siyasetin de, kapitalizmin de işine geliyor. Toplumcu gerçekçi romanlar nitelikli edebiyat payesiyle yetinirken, arkasına masalın toplumu değiştirici gücünü alan alt türler edebiyata yeni fabrika ayarları icat ettiriyor.
Masalı araçsallaştırma konusunda feminist edebiyat da hiç masum değil. Masallar nice toplumsal cinsiyet ve cinsel şiddet araştırma kitabına ilham kaynağı oldular. Angela Carter’ın öykü kitabı Kanlı Oda ise masalları feminist edebiyatın odağına yerleştirdi. Carter, bilinen masalları yeniden yazarak, masal türünü kadın düşmanı belleyen feminist düşünceye karşı çıkar. Yeniden yazdığı masallardaki kadın kahramanların geceye, cinselliklerine, ruhlarının karanlıklarına sahip çıktıkları gibi. Carter’ın masalları bir sanrı kadar flu, yakın plan bir fotoğraf kadar nettir.
Michael Cunningham, son öykü kitabı A Wild Swan ile, Angela Carter’ın izinden giderek, masalları yeniden yazmış. Masalların fantastik mantığına son derece sadık yaklaşarak başlayan Cunningham, “mutlu son”dan sonra gerçek dünyanın insani kanunları olan büyüme, yaşlanma, yalnızlık, çirkinlik, kıskançlık, pişmanlık, hüzün, öfkeyi anlatarak bitiriyor öykülerini. Masalın bilinen sonu geldikten sonra, hiçbir masal kahramanının gerçek dünyaya aidiyet hissetmemesini, aslında sıradan insanların çoğunun kendilerini birer masal ucubesi hissettiği gerçeğiyle birleştirip anlatıyor. Cunningham’ın aynasına bakan kahramanlar belki de bir masal içinde ilk kez kafalarının içinden geçen gerçek düşünceleri görüyor. Bir çocuk merakıyla sorduğu “Sonra ne olmuş?” sorusuna, görmüş geçirmiş bir olgunlukla buruk yanıtlar veriyor.
“Çoğunuz güvendesiniz. Kimse size büyü yapmayacak, sizi bir yaratığa dönüştürmeyecek, yüzyıllık bir uykuya yatırmayacak,” diye başlamış masalına Cunningham. Saatin kaç olduğu kadar sıradanlaştı hangi zamanlarda yaşıyoruz sorusu. Öyle bir yaşamak ki bu, zamanın dışını göremiyoruz. Ya evvel zaman içinde hapis isek? “Sonsuza dek”in sonundaysak? Ya, “Hep birlikte lanetliyoruz,” cümlesi defalarca tekrarlasak bile kötülere işlemiyorsa? Tarihi göreve davet ediyoruz. Yaz bu yaşadığımız zamanları! Tespit et! Tasvir et! Adını koy!
* Görsel: Mert Tugen
Yeni yorum gönder