Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

Murakami'yi Öldürmek




Toplam oy: 105
Murakami edebiyatının nüvesini sinema diline taşımayı başaran ilk film Toni Takitan’dir (2004) diyebiliriz. Japon minimalizminden esintiler yaşıyan film, Murakami’nin yalnızlıkla malûl, takıntılı, melankolik ama bir yandan da kendi kabuğundan çıkmak istemeyen karakterlerinden birine sahiptir.

Haruki Murakami yalnızca son romanı Kumandanı Öldürmek’le değil, mayıs ayında Cannes’daki gösteriminden bu yana adından söz ettiren edebiyat uyarlaması Şüphe (Burning) ile de gündemde. Murakami’nin “Barn Burning” adlı yaklaşık 10 sayfalık kısa öyküsünden sinemaya aktarılan Şüphe’de yönetmen Lee Chang-dong Murakami’yi “nasıl uyarlamak gerektiği” konusunda emsal teşkil edebilecek bir çalışmaya imza atmış. Lee Chang-dong, Murakami kadar geniş bir hayran kitlesine sahip olmasa da, Vaha (2002), Gün Işığı (2007) ve Şiir (2010) gibi filmleriyle dünya sinemasının en özgün isimlerinden biri.

 

Güney Koreli yönetmen, Murakami’nin sade, bol gedikli, karakterlere dair kısa tanımlamalarla -bir nebze kapalı ama her daim gizemli- ilerleyen üslubunu iyi çözümlemiş. Kelimelerin dünyasına has bu karakteristik tonu sinemanın gramerine aksettirmek için en baştan bir dünya kurmak gerektiğinin bilinciyle, öyküyü kendi mezhebince yeniden yorumlamış. Nihayetinde ortaya Murakami’nin öyküsünün çekirdiğini alıp etrafını çok farklı duygu ve fikirlerle sarmalayan, muazzam bir psikolojik gerilim çıkmış. Murakami öyküsünün, Faulkner’ın Barn Burning (tarla yakmak diye çevirebiliriz) adlı öyküsüne de gönderme yapan başlığına yaraşır bir şekilde, bir kısmı kırsalda geçen, kapanmayacak sınıfsal yaraları, yarıkları deşen bir film Şüphe.

 

Yaratıcı yazarlık bölümünü bitirmiş, okuldan çıktıktan sonra ne yapacağını bilemeyen, babası da hapse düşünce taşrada tarlaların ortasındaki evinde tek başına iç sıkıntısıyla mücadele eden bir erkek kahramanımız var Şüphe’de. Etrafına biraz alıkça ve toylukla bakan bu genç adamın hayatı tanıştığı bir kadınla değişecek gibi görünüyor; ama çok geçmeden başka bir erkek daha bu denkleme dâhil oluyor. Sınıfsal olarak ikisinden de fersah fersah “yukarıda”, pahalı alışkanlıklara sahip, diğer ikisiyle tek ortak noktası bolca boş vakit ve bolca iç sıkıntısı olan bir karakter bu. Sırf zevk için, şehir dışında seçtiği alanlarda tarlaları ateşe veren, bu eyleminin anlamsızlığından keyif alan tuhaf bir “züppe” bu üçüncü karakter.

 

Lee Chang-dong, bu üçlü arasında aheste aheste tırmanışa geçen gerilimi kusursuz şekilde betimliyor. Murakami’nın bilhassa düz cümlelerle kendine has bir akışkanlık yakalayan, aşırı duygusallıklardan ya da ağdalı tabirlerden uzak duran dili perdede farklı bir hale bürünüyor. Film, karakter motivasyonlarını hayli müphem bırakıyor; görsel dilin belirsizliğe yatkınlığını bir avantaja çeviriyor. Perdede yapmacıklı durabilecek “edebi” diyaloglar kullanma, üst seslerle karakterin iç dünyasını verme gibi hatalara hiç düşmüyor. Murakami’nin çoğunlukla gözardı edilen bir özelliğini çok iyi anlamış gibi duruyor Lee Changdong. Murakami, dünya çapında şöhrete kavuşan çoğu yazarın aksine, sanatlı tasvirlerle, tumturaklı cümlelerle, dramatik savruluşlarla değil, gündelik hayata dair sıradan gözülen duyguları sabırla gözlemleyerek edebi kuvvetini bulan bir yazar: Onun kahramanlarının yolculukları herkesin gündelik meselelerinden bir yan barındırırken, bir anda direksiyon kırıp sürreal olanın içine dalıyor, ama bu da gündeliğin organik bir parçası olarak giriyor kurguya.

 

RÜZGÂRIN ŞARKISINI DİNLE

 

Murakami’yi uyarlama çabasının geçmişine bakarsak, değme sinema tutkununun bile dikkatinden kaçan birçok deneme görüyoruz aslında. Murakami’nin kendisinin pek de sahiplenmediği ilk romanı Rüzgârın Şarkısını Dinle’nin (ülkemizde geçtiğimiz aylarda yayımlandı) henüz 1981 yılında sinemaya uyarlandığından kaçımızın haberi var? Murakami, üniversite yılları sonrası onu tanıyan herkesi şaşırtarak bir caz mekânı işletmeye başlamasını, hayatına yön veren kararlarından biri olarak anlatır hatıratları ve söyleşilerinde. Roman yazmaya başlayana dek, kendine has o sarsılmaz disipliniyle bu mekânı işletmeye devam eder, burada tanıştığı tuhaf tipler onun kurmaca öykülerindeki pek çok esrarengiz tipin temellerini atar. Japon yönetmen Kazuki Ohmori’nin bu romandan ilham alan filmi de birbirinden ilginç tiplerle tanışan, bohem hayatı yaşayan bir karaktern etrafında şekillenir.

 

Murakami edebiyatının nüvesini sinema diline taşımayı başaran ilk film Toni Takitani’dir (2004) diyebiliriz. Japon minimalizminden esintiler yaşıyan film, Murakami’nin yalnızlıkla malûl, takıntılı, melankolik ama bir yandan da kendi kabuğundan çıkmak istemeyen karakterlerinden birine sahiptir. Jun Ichikawa’nın yönettiği film, Murakami’nin tüketim kültürü ve yalnızlığın ilişkisini arka plana taşıyan kısa ve yalın bir hikâyesini temel aldığından, minimalist sinema için biçilmiş kaftandır. Film, bol boşluklu, yalıtılmış, arınmış mekânlarda, diyaloglara çok ihtiyaç kalmadan Murakami’nin kelimelerle yarattığı dünyayı yeniden canlandırmayı başarır.

 

 

ÇEVRİLEMEYEN EZGİLER

 

Murakami’nin caza düşkünlüğü de meşhurdur. Onun kurmacasının tonu caz kadar doğaçlamaya açık değildir belki ama karakterlerinin beklenmedik yollarında cazdan izler vardır. Müzikseverlerin en gözde yazarlarından biri olması da tesadüf değildir. Adını bir Beatles şarkısından alan romanı İmkânsızın Şarkısı (orijinal adı Norwegian Wood) Vietnamlı usta yönetmen Tran Anh Hung tarafından sinemaya uyarlandığında büyük gürültü koparmıştı. 68’de bütün dünyayı saran isyancı ruhu anlatmaya soyunan, Batılı izleyicinin kolaylıkla özdeşlik kurabileceği karakterlere ve bolca The Beatles ezgisine sahip film kuşkusuz en iyi bilinen Murakami uyarlamasıdır. Oysa sıkı Murakami hayranlarının pek çoğu, filmin tonunu Murakami’nin yalın ezgilerinden uzak ve fazlasıyla ağdalı bulur. Yine de, çalkantılarla dolu bir dönemde büyüme, âşık olma, kayıpla baş etme gibi temaları layıkıyla anlatır Tran Anh Hung’un filmi (ki onun Yeşil Papayanın Kokusu adlı filmini izleyenler ne denli yetkin bir yönetmen olduğunu bilir). Burada asıl mesele mahir bir yönetmen olup olmamaktan ziyade, Murakami metinlerinin ilk bakışta uyarlanmaya hayli müsait bir izlenim verip, sonra sinemanın dili tarafından dizginlenemeyen bir niteliğe bürünmesidir aslında. Onun kelimelerinin yanıltıcı derecedeki yalınlığı, cümleler ustalıkla yan yana geldikçe taklit edilmesi güç, tam olarak sırrına erişilemeyen bir yapıya bürünür. Sürrealle gerçeği harmalamaya en uygun mecralardan/sanat dallarından biri olan sinema bile, çoğu zaman onun cevherini yansıtmakta yetersiz kalır.

 

Murakami’nin 1995’teki Kobe depreminin ardından, ölümlülük hissinin gündelik hayatın en sıradan noktalarına bile sızdığı hikâyeler anlattığı usta işi kitabındaki öyküden uyarlanan 2008 yapımı All God’s Children Can Dance gibi filmler, yazarın dilinin geçit vermeyen çetinlikteki kayalıklarına dalar ve kaybolur. Tüm Murakami hayranlarının yıllardır beklediği ve bir türlü tatmin olamadığı asıl haber, Zemberekkuşu’nun Güncesi ve Sahilde Kafka uyarlamalarına dairdir aslında. Lee Changdong’un on sayfalık bir Murakami öyküsünden yarattığı Şüphe ne kadar başarılı olsa da, böylesine hacimli ve kelimeler âlemine sıkı sıkıya bağlı metinleri beyazperdede layıkıyla görmek nasip olur mu, orası şimdilik muamma. Murakami’nin resim sanatı ile her daim sevdiği ruhsal ve fiziki yolculukları birleştirdiği yeni romanı Kumandanı Öldürmek ise, bu iki kitaptan çok daha önce karşımıza bir uyarlama olarak çıkabilir pekâlâ.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.