Patricia Higsmith’i nasıl bilirsiniz? Gerilim/cinayet/ polisiye romanlarının kraliçesi gibi basmakalıp laflarla da adını anıp geçebiliriz elbette. Oysa bu türlerin edebiyat dünyasında bugünkü konumunu kazanmasında öncü isimlerden biri o. Her cümlesine özen gösteren, yazdığı her satırla, karakterlerinin ağzından çıkan her lafla dünyaya dair bir şeyi anlama uğraşında olan, sürekli düşünsel bir arayışta olan bir edebiyatçı Highsmith. Can Yayınları’ndan çıkan Carol - Tuzun Bedeli’ni önyargılardan arınmış bir şekilde okursanız, Highsmith’in 50’ler Amerika’sına, McCarthy döneminin haletiruhiyesine dair pek çok şeyi metne sızdırdığını fark edersiniz. Tüm bu dönemsel referansları es geçsek bile, 20’lerinin başındaki, büyük düşleri olan, sanata meraklı bir kadının pek çok farklı coğrafyaya ve zamana uyarlanabilecek insanlık durumunu ilmik ilmik örüyor usta yazar. Üstelik bu insanlık durumu, Amerikan ruhuyla, kapitalizmin biçimleriyle de doğrudan bağlantılı. “Büyüdükçe” düzenin çarkları içinde sıkışmayı, “gerçek hayat”la karşılaştıkça yerleşik kodların içinde hapsolma hissini yaşamayanımız azdır.
Highsmith’in 20’den fazla sinema filmine, hatta TV dizilerini de işin içine katınca 30’dan fazla uyarlamaya ilham vermiş olmasında, onun özenli cümlelerinin, metnin içine kendi hayat görüşünü, kendi sorgulamalarını katan hararetli yazma pratiğinin etkisi nedir derseniz, orası tartışılır. Sinema uyarlamaları çokça dile getirildiği üzere her cümlesi derya olan metinleri o kadar da sevmez. Pek çok yönetmen için önemli olan, görselleştirirken üzerine kendilerinin çatı kurabileceği bir hikaye iskeleti yakalamaktır. Bunun için birçok yönetmen ucuz romanları tercih eder. Büyük dramatik olaylar, zekice fikirler onlara yeterlidir. Higssmith’in cinayet romanlarının pek çoğu da bu aranan özelliklere sahip ve yıllardır da uyarlanmaya devam ediyor. Ancak bu durum Highsmith edebiyatının cevherini ıskalamamıza neden olmasın.
KÖTÜLÜĞÜN PORTRESİ
Günlüklerinde bir yerde Kierkagaard’ı alıntılıyor Highsmith: “Bir insanın pek çok gölgesi vardır. Çoğu ona benzer, bazen de bu gölgelerden bir kısmı insanın kendisi olup çıkıverirler.”1 Highsmith, temelde kimliklerin bulanıklığıyla, karanlığa meyledişiyle, giderek kayganlaşıp tanımlanamaz, kestirilemez hale gelişiyle ilgileniyordu. Onun sinemaya uyarlanan en önemli yapıtı olan Trendeki Yabancılar, sürekli birbirini bir ayna gibi yansıtan ve kötülüğü her yere bulaştıran karakterlerle doludur. Alfred Hithcock’un kusursuz anlatımı, bu yansıtmaları, sinema dilinin tüm imkânlarını kullanarak hayli sade bir şekilde perdeye aktarmayı başarır. İki adamın trende karşılaşıp birbirlerinin hayatlarına dahil oluşu, giderek kimin kim olduğunu unutması, kötülük tohumunun bulaşıcı bir hastalık gibi herkese sirayet etmesi… Temelde birbirlerinin nefret ettiği insanları öldürerek “kusursuz cinayet” işleme fikrinin üzerine kurulu gibi gözüken roman/ film, giderek kimlikler üzerine bir tefekküre doğru yön alır.
Highsmith’in en bilinen çalışması olan Yetenekli Bay Ripley serisinde ise kimlik meselesi daha bile görünürdür. Rafine zevklere sahip katilleri edebiyat ve sinema dünyamıza armağan ettiğini iddia edebileceğimiz bu seride Highsmith en çok Ripley karakterini analiz etmeye zaman harcar. Kimdir o? Onu suç işlemeye iten nedir? Bir başkası olmaktan, başkasının hayatını çalmaktan niye bunca zevk duyar? Benzer öykülere sahip polisiyeler gibi sosyopat bir katilin yakalanma süreciyle değil, suçlunun/kötülüğün yayıcısının portresini çizmekle ilgilenir Highsmith.
Günlüklerinde Francis Bacon’ın tablolarından ne denli etkilendiğini yazar Highsmith. “Bence onun resimleri dünyada olup bitenin olabilecek en iyi tasviridir,” der. Bacon’ın insanı her türlü deformasyonu, yamukluğuyla, hem dramatik bir şekilde çarpık hem de alabildiğine banal haliyle resmeden çalışmalarını aklımıza getirirsek, Highsmith’in ondan neden büyülendiğini de anlayabiliriz.
Anthony Minghella tarafından filme çekilen Yetenekli Bay Ripley Highsmith’in yapıtını popüler sinemanın kodlarıyla harmanlayarak biraz ehlileştirse de, yazarın tanınırlığına büyük katkı sağlamıştır. Öyle ki, artık Ripley’in maceralarını okurken, filmin başrolündeki Matt Damon’ın suratı aklımıza gelir.
Todd Haynes’in birkaç yıl önce çektiği zarif, ince işçiliğe sahip filmi Carol (2015) da benzer bir etki bıraktı diyebiliriz. Carol - Tuzun Bedeli’nin kapağını gördüğümüzde aklımıza hemen Cate Blanchett’ın filmde canlandırdığı karakter geliyor. Therese ve Carol’ın cümlelerini okurken filmdeki oyuncuların sesini işitiyoruz.
KENT VE TUZ
Carol - Tuzun Bedeli ilk kez 90’larda Türkçeye çevrilmişti. Kitabın Remzi Kitabevi tarafından o yıllarda basılması tesadüf değildi. Patricia Highsmith, 1952’de Claire Morgan müstear ismiyle yayımladığı romanını ancak 1990’da, ölümünden 5 yıl önce sahiplenebilmişti. İlk yayımlandığında pek çok kesimde “ucuz roman” muamelesi gören kitap da 90’lı yıllarda yeni okumalara tabi oldu. Therese, tiyatro oyunları için sahne tasarlamak isteyen ancak para kazanma derdi içinde rüyalarını büsbütün kaybetmekten korkan genç bir kadın. Bir mağazada tezgahtarlık yapan Therese, kendini hem işinde hem de ilişkisinde boğulmuş hissederken, karşısına çıkan bir kadın onun hayatını değiştiriyor. Mağazada tanıştığı bu kadın onun her açıdan zıttı. Kadının adı Carol. Therese’in aksine yerleşik bir yaşamı olan, güçlü, kendine güvenli, hayat tecrübesi yüksek bir kadın. Therese’te ne yoksa Carol’da mevcut sanki. Therese zamanla bu kadının cazibesine kapılıyor ve hiç ummadığı bir şey oluyor. Aralarında bir ilişki başlıyor. 50’lerin Amerika’sında, politik atmosferdeki gerilim ve şüphenin yaşamın her alanında sirayet ettiği bir ortamda yaşanıyor bu ilişki. İki kadın arasındaki aşkı anlatan roman, o dönemki benzerlerinin aksine, bir felaketle değil, onların birbirlerinden vazgeçmemeleriyle sonlanıyor üstelik.
Kitabın adındaki tuzun İncil göndermeleri taşıdığına dair pek çok görüş mevcut. Başlıktaki tuzun bana hatırlattığı şeyse, Amerikan edebiyatının bir başka ustasının, Gore Vidal’in 1940’ların sonunda yayımladığı Kent ve Tuz oldu. II. Dünya Savaşı’nın sonrasındaki kasvetli toplumsal ruh halinin ortasında, genç bir adamın cinsel kimliğini keşfini anlatan Kent ve Tuz, üslup olarak çok daha sade olsa da, hem değişen kentle, değişen tüketim alışkanlıkları ve sosyal dokuyla baş edebilmeyi anlatması hem de toplumsal normlara karşı kendi düşlerini kovalayan, kendi arzularını keşfetmeye çalışan karakterleri betimlemesiyle edebiyatta benzer bir kulvar açıyordu.
Todd Haynes’in Carol’ında, 20’li yaşlarındaki ana karakterimizin Amerikan tarzı tüketim odaklı hayata karşı tepkisini cılız bir biçimde görebiliyoruz. Therese’in seçimlerinin toplumsal çalkantılarla bağı da romandakinden çok daha zayıf. Ancak sinemanın dilinin de farklı avantajları var. Rooney Mara’nın canlandırdığı Therese ile, Cate Blanchett’ın Carol’ının kalabalıklar içinde birbirini bulan bakışmaları kendi başına bazı anlam bulutları yaratabiliyor. Filmin yarattığı imgelerin canlılığı ve kalıcılığı, Todd Haynes’in ortaya çıkardığı işin kuvvetine delalet olabilir.
CAROL-TUZUN BEDELİ
Patricia Highsmith
ÇEV: Seçkin Selvi
CAN YAYINLARI 2018
Yeni yorum gönder