İki yıla yakın bir süre elimde ve cebimde e-kitapla dolaştım…
Cebimde diyorum, çünkü gerçekten cebimdeydi. Yıllardır hayalini kurduğum bu boyut ve hafiflik beni kendine bağımlı kılmıştı.
Havam da yerindeydi doğrusu! Beni küçümsemeye kalkan kâğıt fetişistlerine “cebimde kitap değil, kütüphane taşıyorum” diyordum.
Benim gibi gün içinde birkaç farklı kitap okumayı sevenler için harika bir şeydi bu.
Üstelik son zamanlarda evde okumaya odaklanmakta zorlanıyor ama “dışarda” sular seller gibi okuyordum. Ortalık gürültüden yıkılırken ben satırlara daha çok gömülüyordum ve e-kitap tam da buna uygun imkânlar taşıyordu.
Çengel’de, İskele Çınaraltı Çay Bahçesi’nin karanlık bir masasında oturup üç saat kafamı kaldırmadan okuduğumu, masama bırakılan bir tabak lokmayı kalkarken fark ettiğimi hatırlıyorum.
Ama zihinsel alışkanlıklarım problem çıkarmaya başlamıştı.
Mesela edebiyat dışı bir yayını elektronik ortamda okurken sıkıntı değildi ama insan, bir romanın ortalarında olduğunu veya romanın sonuna çok yaklaştığını hissetmek istiyor. Öyle sayfa sayısına bakıp hesaplamak falan kesmiyor. Basılı kitabın sana nerede olduğunu, ne kadar kaldığını hissettirdiği o elle tutulur güzel heyecanı arıyorsun…
Ama edebiyat dışı bir şeyler okuyorsam durum harikaydı. Not alma imkânı, altını çizme, sayfa işaretleme kolaylıkları ve daha bir sürü şey beni büyülüyordu.
SONRA NE OLDU?
Bıraktım…
Birdenbire bıraktım. Öyle ki, şarj kablosunu hangi çekmeceye attığımı aklıma yazmamışım, bulamıyorum.
Neden acaba?
Sakın kitap kokusuna döndün falan demeyin bana!..
Uzun zamandır bilmiyorum o kokuyu. Burnum mu kokuyu almıyor, yoksa artık kitaplar kokmuyor mu, işin içinden çıkamıyorum. O yüzden, konu bu noktaya geldiğinde çoğunluğun “kitap kokusu”ndan bahsetmesi hafiften asabımı bozuyor. Hele kitap kokusunun çikolata kokusunu andırdığını söyleyen koku uzmanı kimyacıları hiç anlayamıyorum.
Ha derseniz ki, kokusu değil, esas marifet dokusunda, o kabul ama nereye kadar?
Şimdi geriye dönüyorum ve e-kitapları birdenbire bırakıp bildiğimiz kitaba dönüşümün ilk günlerini hatırlamaya çalışıyorum. Gözümün önünde canlanan tablo şu…
Üst üste kitapçı-kafelere gittiğim bir dönemdi.Dostluklar, sohbetler, mis kokulu kahvelere eşlik eden kekler… Ve duvarları dolduran kitaplar… Basılı kitaplar gözüme sanki canlı, sıcak, hoş bir hayatın vazgeçilmez birer parçası gibi gelmeye başlamıştı. Eve döndüğüm zamanlarda da çoktandır ihmal ettiğim kitaplıkta vakit geçirir olmuştum.
Demek ki, esas belirleyici olan ne koku ne de doku ama “ortam”dı… İşte o arada fark ettim ki, elektronik okuyucunun şarjı bitmiş…
Kaç ay oldu. Kablo hâlâ ortada yok!
Benim romanım!
Daniel Pennac, “Bir kitap ellerimiz arasında biter bitmez, o bizimdir artık, aynen çocukların ‘benim kitabım’ dediği gibi” diye yazar; “ödünç aldığımız kitapları o kadar zor iade etmemizin nedeni bu olsa gerek…”
Haklıdır.
Ama daha çok romanlar ve bazen de deneme kitapları içindir bu…
Bir hikâye kitabı aynı etkiyi yaratmaz.
Pencereden seyreder gibi seyrederiz hikâyeleri. Art arda gözümüzün önünden gelip geçerler.
Oysa içimizin ısındığı bir roman “evimiz” gibidir.
Peki niye roman bittiğinde bu mülkiyet hissine kapılırız?
Tam da ayrılık vakti gelip çatmışken üstelik…
(Daniel Pennac.
Roman Gibi: Kitaplara ve Okumaya Dair.
Çeviren: Mustafa Kandemir. Metis Yayınları)
Bu ritim baş döndürüyor
Ara ara dönüp Peyami Safa karıştırıyorum.
Yaptığım tam şöyle bir şey: Çok önceleri kitaplarında altını çizdiğim satırların yönlendirmesiyle Safa’nın huzursuz ruhunun kapılarını açıyor, içeri bakıp çıkıyorum.
Uzun, çok uzun bir cümleyle ruh halini, kısacık bir cümleyle çevresini tasvir ettiği satırları; “Doktorun elinde saat” deyip kesişini, “Bu oda bir müstatil” deyip geçişini seviyorum. (Örnekler Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’ndan)
Bu sefer iyice dikkatimi çekti…
Peyami Safa ve dönemin birçok romancısı “fakat”sız, “lakin”siz yapamamışlar…
Önce uzun bir tahlil yapıp hemen ardından “Yalnız…” diyerek lafı çevirip yeni bir cümleye başlamaları başlı başına bir stile dönüşmüş.
Sanki hep anlattıklarının doğruluğundan şüphe ederek anlatmışlar…
Hikâyenin orta yerinde yutkunmuşlar…
Akışın zayıfladığı yerde tempo değiştirmeyi tercih etmişler; “lakin” tam öyle bir bağlaç, müzikte senkop’a çok benziyor.
Sonuç…
Eşsiz bir üslup titreşimi.
Bugün için pek çoğumuza demode gözüken ama itiraf edelim ki, baş döndürücü bir ritim.
Yeni yorum gönder