İzleyici koltuğunun edilgenliğinden çıkıp sinemayla farklı düzlemlerde ilişki kurmak, yeri geldiğinde yönetmenin zihninde bir filmin nasıl tasarlandığının kapılarını aralamak isteyenler için Türkçede hatırı sayılır bir külliyat oluşmaya başladı. Uzun yıllardır Türkçe çevirisi beklenen Hitchcock ve Truffaut kitabının geçtiğimiz günlerde Hayek Kitap tarafından yayımlanmasıyla, bu alandaki en büyük boşluklardan biri de dolmuş oldu.
Söz konusu kitap, Martin Scorsese’den David Fincher’a pek çok yönetmen için bir başucu kaynağı. 2015 yapımı Hithcock/Truffaut filmini izleyenler, kitabın hikayesine aşinadır. Fransız Yeni Dalgası’nın öncü yönetmenlerinden François Truffaut aynı zamanda sinema sevdalısı bir genç eleştirmen. Meşhur Cahiers du Cinéma dergisinde Godard, Chabrol, Rohmer ile birlikte Truffaut da dünya sinemasından farklı akımları izleyip kuramsal tartışmalara dahil oluyor. Anglosakson sinemasında, Truffaut ve arkadaşları için bir isim var ki, onların gözünde sinema diline katkısı paha biçilmez. Bu isim, ABD ve Britanya’da o dönemde gerilim filmlerinin ustası olarak anılan ve entelektüel çevrelerde çok da hürmet görmeyen Alfred Hitchcock’tan başkası değil. Truffaut, hayranı olduğu Hitchcock ile tüm filmlerini kapsayan uzun bir söyleşi (sinema odaklı bir nehir söyleşi de denebilir) gerçekleştirmek üzere 1962 yılında ABD’ye gidiyor. İki isim, üç gün boyunca bir odaya kapanıp filmlerden konuşuyorlar ve ortaya 26 saatlik, Hitchcock’un filmlerini sahne sahne analiz eden bir söyleşi çıkıyor.
2015 tarihli Hitchcock/Truffaut belgeselinden bir kare
Truffaut’nun önsözüyle birlikte bir kitaba dönüşen bu söyleşinin yönetmen olma hayalleri kuranları bugün bile etkilemesi boşuna değil. Hitchcock’un hayli rahat ve dolaysız cevapları ile onun tüm filmlerini sahne sahne bilen Truffaut’nun zekice soruları, bir filmin yaratılış sürecinin bazen ne kadar tasarlanmış ve planlı, bazen de rastlantısal olduğunu ortaya koyuyor. Sinemadaki her mimikten, her kamera hareketinden çıkardığımız anlamların kimi zaman yönetmenin niyetiyle örtüşüp kimi zaman da onu aşan bir yere vardığını görebiliyoruz. Sinemasal anlam dediğimiz şeyle estetik arasındaki o muğlak ilişkiyi böylesine apaçık gösteren pek az söyleşiye rastgelmişizdir. Dünya sineması tarihine yön vermiş bu iki usta ismin diyaloğuna okuyucuyu ortak eden Hitchcock ve Truffaut kitabı, sinemayla ilişkisi hangi seviyede olursa olsun herkesin okuması gereken türden bir metin.
Truffaut ve Godard gibi isimlerin Fransa’da film kuramını sarsan dinamik tavrının bizim topraklarımızdaki karşılığını aynı dönemde Onat Kutlar’da bulabiliriz. Kutlar’ın kurucularından olduğu Türk Sinematek Derneği, 60’larda sinema üzerine hararetli tartışmaların yaşandığı, hareketli bir fikirsel çatışma/karşılaşma arenasıydı. Aynı zamanda, 1950 Kuşağı olarak anılan öykücülerin en dikkat çekenlerinden biri olan Onat Kutlar, edebiyat ve sinema kesişiminde teorik anlamda en yetkin kalemlerden biriydi. Kutlar’ın 1985’te Sinema Bir Şenliktir adıyla kitaplaştırdığı denemelerini okuyanlar bilirler; dünya sineması tartışmalarını Türkiye’deki koşullarla paralel olarak okuyan ve burada sinema yapmanın yeni olanaklarını keşfe çıkan yazılarına hayran olmamak güçtür.
Yapı Kredi Yayınları’ndan yeni çıkan Sinema... Sinema adlı derleme, Kutlar’ın daha önce kitaplaşmamış fikir yazılarını ve söyleşilerini bir araya getiriyor. Onat Kutlar’ın bu kitabı da, aynı Hitchcock ve Truffaut diyaloğu gibi, sinemanın ilk yıllarından yakın döneme geçirdiği dönüşümlerine ve gelecekteki olanaklarına dair, toplumsal meselelerle dirsek teması kuran yeni çerçeveler sunuyor. Kutlar, fikirlerini bağlama oturmak içi Jean-Paul Sartre’a, bazen Ezra Pound’a, bazen de Nâzım Hikmet’e başvuruyor. Cemal Süreya’ya “Kardeşim Cemal Süreya” hitabıyla başlayan hayli polemikçi bir mektup yazıyor. Düşünsel dünyasının ateşi her daim satırlarına yansıyor. Kutlar’ın pek çok farklı dönemde ve mecrada paylaştığı görüşlerini bir arada görmek, sinema üzerine 60’lı ve 70’li yıllarda ne çok kafa yorulduğunu, toplumsal bir mecra olarak sinemanın nasıl biçimlenmesi gerektiğine ilişkin teorik ve politik düzlemde ne çok tartışıldığını da hatırlatıyor.
“Gayri resmî” bir sözlük
Bu aralar raflarda yer alan ve dünya sineması üzerine okura farklı bir algı kazandırabilecek bir metin daha var. 200. sayısına merdiven dayayan Altyazı dergisinin hazırladığı Gayri Resmî ve Resimli Dünya Sinema Sözlüğü, adının ima ettiği bir oyunbazlığı madde isimlerinde bile hemen fark ettiriyor. “Şarkı Söyeyen Çalı”, “Diyalektik Tuğla Kırabilir mi?”, “Don Kişot’un Beyazperdeye Saldırısı” gibi madde başlıklarını görünce sinemayla ilgilerini merak ediyorsunuz. Ama bu türden 248 madde, sinema tarihinden bir yönetmenin, bir akımın, bazen tek bir filmin içinde bir delik açıyor ve giderek bu delikleri birleştirip sinema tarih yazımının orta yerine çizilmiş bol delikli bir yeni yol haritasını belirginleştiriyor. Yer yer bilgi verip yer yer varolan kabullerin altını iğneleyici şekilde oyan bu haritanın, sinema tarih yazımını tümden değiştirmek gibi bir iddiası yok. Türkiye’den 50 kadar sinema yazarı ve akademisyenin kaleme aldığı maddeler, dünya sineması denen şeyin ucu bucağının olmadığın farkında. Böylesine devasa bir bilgi ve perspektif havuzunun içinde, ancak bir damlacığa, mümkünse daha önce büyütecin ya da mikroskobun altına koyulmamışın bir damlacığa derinlemesine bakmayı amaçlıyorlar. Tüm bu damlacıkları yan yana koyup onlara bakınca, sinema tarihiyle ve dünya sinemasıyla ilişkisi taze olanların kafası iyiden iyiye bulanabilir; ancak sözlüğün niyetlerinden biri de, kabullerle, tanımlarla ilerleyen bir öğrenme sürecindense, böylesi bir kafa karışıklığı ile yola başlamak.
Sinema yazınını takip edenler, üç yıl önce Altyazı ekibinin Gayri Resmî ve Resimli Türkiye Sinema Sözlüğü’nü çıkardığını hatırlayacaklardır. Bir anlamda bu ilk sözlüğü tamamlayan Dünya Sinema Sözlüğü de yine bir “özel sayı” olarak, süreli yayın formatında okuyucu karşısına çıktığından, yalnızca ağustos sonuna kadar raflarda kalacak.
Filmlerle büyümek
ABD’li yazar John Manderino’nun Can Yayınları’ndan çıkan kitabı Sinemada Ağlarken, biyografik özellikler taşıyan bir kurgu metin olmasına karşın, filmlerle ve dünya sinemasının farklı yönleriyle en az yukarıda saydığımız kitaplar kadar ilişki kurduran bir niteliğe sahip. Manderino’nun küçüklüğünden bu yana izlediği ve içinde yer eden filmleri, perdenin önü, arkası ve ötesinde yaşananlarla birlikte öykülediği metnin dolaysızlığı, filmlerle birlikte duygusal bir eğitimden geçen kahramanını gözümüzün önünde “büyütüyor.”
Manderino, çocukluğundaki duygu dünyasını, ilk aşk maceralarındaki beceriksizliklerini, dünyadan kaçıp sığındığı sinema salonunun karanlığında yeniden dünyanın ortasına atılmasını öylesine süssüz bir şekilde anlatıyor ki, kullandığı her kelimenin tesiri artıyor. Filmlerin can alıcı sahnelerini hafızasının süzgecinden geçirirken, Fellini’nin Tatlı Hayat’ını, Scorsese’nin Kızgın Boğa’sını, Kazancakis uyarlaması Zorba’yı önemli kılan, onlara yaşamsal enerji katan şeyi anlıyorsunuz. Manderino’nun filmlerin özünde yatan bu duyguyla dünyaya bağlandığını, gençliğinde melankoliyle tanıştığını, sonra bu melankoliyle ne yapması gerektiğini öğrendiğini seziyorsunuz. Manderino, filmlerde ağladığı, hislendiği anları sakınımsızca aktarırken, sinemayı öğrenmek için ille de kuramsal bilgilere ihtiyaç olmadığını hatırlatıyor bu kitap.
Yeni yorum gönder