Her ne kadar birbirlerini besleseler de sinema ile edebiyatın iki farklı dünya olduğunu yadsıyamayız. Edebiyatın malzemesi yalnız kalem ve kağıt olsa da tek sınırı yazarın hayal gücü. İş beyaz perdeye geldiğinde ise senaryo yazarı hep bir adım geride duruyor ve sinema sözcüklerin değil görüntülerin sanatı olarak anılıyor. Bir hikayeyi görüntüler üzerinden anlatmaksa sınırlarını teknolojinin belirlediği, zorlu bir süreç. Bu durum kimi kitapların sinemaya uyarlanmasının imkansız olduğunu düşündürse de bu önyargı yönetmenleri durdurmamış elbette ve bakın ortaya "Sinemaya uyarlanması imkansız," denilen kitaplardan nasıl filmler çıkmış:
Lolita – Vladimir Nabokov
Nabokov’un meşhur romanı Lolita’yı sinemaya adapte etmek mümkün müydü? Teknik açıdan evet belki ama Stanley Kubrick’in meşhur Lolita uyarlamasını çektiği 1962 yılında henüz çocuk yaşta bir kızla bir profesörün özü cinsel tutkuya dayanan ilişkisi toplum tarafından pek kabul göreceğe benzemiyordu. Üstüne üstlük Kubrick Lolita rolü için o zamanlar 14 yaşında olan Sue Lyon’u seçmişti ki bu durumu daha da çetrefilli bir hale getiriyordu. Üstelik Nabokov’un romanını yayınlatmaya çalıştığı dönemde toplumun konuya nasıl yaklaşacağı orta çıkmıştı. Kitabın yayınlanması bile bir hayli zorlu olmuş, örneğin Fransa’da piyasaya sürülmesi iki yıl boyunca engellenmişti. Peki, bu durum gerek kitabın, gerekse filmin kendi alanlarında birer kült haline gelmesine engel olabildi mi? Tabii ki hayır!
Çıplak Şölen – William S. Burroughs
Burroughs’u nasıl bilirsiniz? Beat Kuşağı’nın en havalı temsilcilerinden olan William S. Burroughs yazarlığının yanı sıra her türden uyuşturucu madde ile yakın temasıyla da tanınan biri. Yazarın uyuşturucu etkisi altında yaşadığı deneyimleri eserlerine yansıttığı ise yadsınamaz bir gerçek. Bu etkinin en net hissedildiği eserlerinden biri de 1959’da yayınlanan Çıplak Şölen. Damarlarına çekinmeden böcek ilacı enjekte eden kahramanımızın onunla konuşan garip daktilosundan tutun da oradan buradan fırlayan devasa böceklere dek türlü acayiplikle bezeli yarı paranoyak ve bir o kadar halisünatif dünyasının sinemaya uyarlanması kulağa imkansız gelebilir. Fakat bu, yönetmen David Cronenberg’e pek o kadar da imkansız görünmemiş ki Çıplak Şölen 1991 yılında izlemesi hem zor, hem keyifli bir sinema filmi olarak tekrar karşımıza çıktı. Ve takvimler 1959’dan 1991’e ilerlerken Çıplak Şölen garipliğinden hiçbir şey yitirmemişti!
Koku – Patrick Suskind
Alman yazar Patrick Suskind’e dünya çapında ün kazandıran romanı Koku 18. Yüzyıl’da Fransa’da yaşayan ve koku alma duyusu dışında tüm insani duygulardan yoksun Jean Baptiste Grenouille’in hikayesini anlatır biz okurlarına. Bir kokunun peşinde cinayet işlemekten dahi çekinmeyen Jean Baptiste Grenouille kendisine ait bir kokusunun olmadığını fark edince yıkılır ve bu eksikliğini insan kokuları yaratarak kapatmaya çalışır. Peki koku alma duyusunu görüntülerle anlatmak ne derece mümkündür? Bu konuda sözcüklerin görüntülerden daha becerikli olduğunu da iddia edemeyiz doğrusu. Tam da bu sebeple 1985 tarihli Koku romanını 2006 yılında sinemaya uyarlayan Tom Tykwer koku alma duyusundan ziyade bu duyunun dayandığı insani hırslara ve arzulara yönelmeyi seçmiş ve sonuçta ortaya dünya çapında 135 milyon doların üzerinde gişe hasılatı elde eden bir film çıkmış.
Pi'nin Yaşamı – Yann Martell
Dünya çapında 9 milyon kopyası satılan ve yazarına büyük bir şöhret kazandıran Pi’nin Yaşamı’nın sinemaya uyarlanabileceğini doğrusu kimse düşünmüyordu. Bunun öncelikli sebebi hikayenin dini bir altyapı üzerine kurulmuş sembolik bir dili bulunmasıydı; ancak genç bir çocuğun 227 gün boyunca bir Bengal kaplanıyla küçük bir filikada yaşadıklarını anlatırken seyircinin dikkatini diri tutmak da az şey değildi doğrusu. Fakat teknolojinin nimetlerini de arkasına alan yönetmen Ang Lee elini taşın altına koydu ve ortaya 11 dalda Oscar adayı olan ve dünya çapında 300 milyon dolardan fazla gişe hasılatı getiren Pi’nin Yaşamı filmi ortaya çıktı. 3D teknolojisiyle çekilen filmde meşhur Bengal kaplanı Richard Parker dijital ortamda yaratılmıştı. Sizin anlayacağınız Pi Patel’i canlandıran Suraj Sharma çekimler boyunca filikada yalnızdı. Ayrıca filika da dalgalı bir denizin ortasında değil, stüdyodaki havuzun ortasında duruyordu. Yine de bütün bunlar bizim küçük bir filikada 300 kiloluk Bengal kaplanı Richard Parker ile okyanusu aşmaya çalıştığımızı hissetmemize engel olmadı tabii!
Kayıp Zamanın İzinde – Marcel Proust
Edebiyatla sinema arasındaki en temel farklılıklardan biri de şüphesiz uzunluk meselesi. Bir roman yazarının istediği uzunlukta olabilir ve istendiğinde de ciltlere bölünebilirken sinema filmleri genellikle 2-2,5 saat uzunluğunda oluyor. Birkaç başarılı üçleme dışında birbirini takip eden filmlere de pek rastlanmıyor. Fakat konu edebiyat olunca Marcel Proust kesinlikle elini korkak alıştırmayanlardan. Yazarın 20. yüzyılın mihenk taşlarından sayılan kitabı Kayıp Zamanın İzinde tam yedi cilt ve yaklaşık 3 bin sayfadan oluşuyor. Yazarın ömrünün 17 yılını vakfettiği eserde tam 1 milyon 250 bin sözcük bulunuyor. Zaman kavramına getirdiği yeni bakış açısıyla ve bilinç akışı tekniğinin etkin kullanımıyla tanınan 7 ciltlik bu dev eseri 2,5 saate sığdırmak cesaret işi doğrusu. Fakat bu uzunluk yönetmen Raoul Ruiz’i yıldırmamış olacak ki Kayıp Zamanın İzinde 1999 yılında karşımıza sinema filmi olarak çıktı. Üstelik başrollerinde de Catherine Deneuve ve John Malkovich ile!
Görünen o ki edebiyat ve sinema daha uzun yıllar birbiriyle flört etmeye ve kültür dünyamıza melez bebekler getirmeye devam edecekler. Sinema gelişen teknoloji ile edebiyatın yüzyıllardır sahip olduğu imkanları ne derece yakalayabilir, bize bekleyip görmek ve uyarlanmasının zorluğu sıkça dile getirilen fakat Ömer Kavur tarafından 1986 yılında etkileyici bir filme dönüştürülen Anayurt Oteli'ni de anmak düşüyor.
* Kaynak: The Telegraph
Yeni yorum gönder