Bu yıl 33’üncüsü düzenlenen İstanbul Film Festivali’nde de edebiyat uyarlamaları ya da yolu edebiyattan geçen filmler vardı. Öte yandan bir de bu eserlerin çıkış sürecini ya da perde arkasını anlatan diyebileceğimiz yapımlar...
İki yazar hikâyesi bu anlamda göze çarpıyor, bunlardan biri Charles Dickens’ın Nelly Ternan ile yaşadığı yasak aşkı anlatan Görünmeyen Kadın (The Invisible Woman), diğeri de Fransız kamuoyunda kadın cinselliği, kürtaj gibi meseleleri tartışmaya açan ilk yazarlardan Violette Leduc’u konu alan bir dönem filmi.
Film, Fransız yazar Leduc’un ünlü romanı Piç’i (La Bâtarde) yazana kadar geçirdiği, tabiri caizse edebiyat serüvenini işliyor. Öte yandan Dickens’ın yasak aşkını anlatan Görünmeyen Kadın da bir bakıma toplumsal anlamda tıpkı Leduc gibi ötekileştirilmiş bir kadın ve yine bir tabu üzerinden ilerliyor. Farklı dertleri olsa da belli noktalarda kesişebilen iki film. Aslında Görünmeyen Kadın da, Violette de birer “kadın” hikâyesi ama heyhat ikisi de erkek yönetmenler tarafından anlatılıyor.
İkinci dönem filmi
Violette’e dönecek olursak, filmin en dikkat çekici alamet-i farikalarından biri, Fransız ve dünya entelektüel hayatını derinden etkileyen önemli insanların bu hikâyenin birer parçası olması. Simone de Beauvoir ve Jean Genet gibi yazarlarla yakından ilişkisi olan Violette Leduc’un hayatında, özellikle de yazarlık serüveninde Simone de Beauvoir’ın büyük bir etkisi var.
İkinci Dünya Savaşı yıllarından itibaren başlayan film, Leduc’un hayatını bölümler şeklinde ele alıyor. Her bölümün adı Leduc’un hayatına giren kişiyle aynı oluyor.
Film, yönetmen Martin Provost’un ikinci dönem filmi. Provost, daha önce de ressam Seraphine de Selins’i anlatan bir filme imza atmıştı. Hatta yönetmen bu iki filmi aynı zamanlarda tamamlamış ve işin ilginç yanı filmler birbirini yaratmış. Çünkü Provost, Leduc’un Selins hakında yazdığı bir metini okuduktan sonra böylesi bir projeye soyunmuş.
Fonda var bir tabu...
Provost, “Benim amacım dönemin tabuları içersinde kıvranan kadını anlatmaktı” diyor özetle. Fakat Violette’de tabular filmin konusunun dışında, daha çok fonda hissediliyor.
Filmde yazarları ve Fransa’yı klasik dönem filmine uygun şekilde tasvir ediyor yönetmen, ne bir eksik ne bir fazla. Ama bunlar sadece bir kadının kısıldığı ve savaştığı tabuları anlatmaya yeterli olmuyor. Zira Leduc’un o dönem yazdığı kitaplar, Beauvoir’ın da mücadele alanlarından birisi olan kürtaj, kadın cinselliğinden apayrı bir naiflikte veriliyor. Yönetmen bunları sansasyonlardan uzak durmayı yeğlediği için yaptığını söylese de asıl meseleyi ciddi şekilde ıskalıyor. Filmde tanıdığımız Leduc, yalnız, sürekli sızlanan ki Genet’nin de kendisine söylediği gibi, “Her şeyi dramatize eden bir kadın.”
Film bölümler ve Leduc’un hayatına giren kişiler üzerinde ilerlese de hikâyenin büyük bir kısmına Simone de Beauvoir hâkim. Zira Violette’in Beauvoir’a karşı olan saplantılı aşkı, filmin ana çatısı durumunda. Hikaye, umutsuz bir şekilde Beauvoir’a âşık olan Violette’in, yine Beauvoir tarafında yer yer acımasızca yazmaya teşvik edilişi üzerinden ilerliyor.
Elde var "başarı"
Evet, Leduc yalnız bir kadın, zor bir cinsellik geçirmiş, anne olmayı reddetmiş, aynı zamanda kırılgan bir kadın ama yazdıklarıyla bir dönem edebiyat dünyasını, feminist hareketi sert bir şekilde sarsmış bir kadın. Bu anlamda hikâyenin sadece, defalarca deneyip sonunda “zafere ulaşan” bir başarı öyküsü tadında olması, hayal kırıklığı yaratıyor. Kadının hâlâ tabularla savaştığı bir dünyada erkek gözünde görünen, histerik bir kadının “kitap” başarısı olmamalı.
Tüm bunlar bir yana filmin belki de tartışmasız en iyi yanlarından biri, Emmanuelle Devos’un mükemmel oyunculuğu oluyor...
Yeni yorum gönder