Indiana Jones isimli maceraperest arkeoloji profesörüyle ilk olarak 1981 tarihli Kutsal Hazine Avcıları filminde tanışmıştık; sonrasında 80’li yıllarda iki filmle daha devam etti Indiana Jones serisi, 2008’deki dördüncü filmle de –şimdilik– tamamlandı. Sayısını, gerçekten de kestirmemin güç olduğu kadar çok izlemiştim zamanında bu filmleri; etkisinde kalmamak pek mümkün değildi profesörün. (Hatırlıyorum, o dönem üniversite sınavına giren bir tanıdığım, Indiana Jones filmlerinin etkisiyle arkeoloji bölümlerini tercih etmişti yalnızca.) Ancak elbette bu “çılgın” ve “maceraperest” profesör tiplemesi ne ilk ne de sondu; üstelik yalnızca beyazperdeye de özgü değildi. Günümüze en yakın ve popüler örnek mesela, hiç kuşkusuz, Robert Langdon. Nasıl ki arkeoloji profesörü Indiana Jones balta girmemiş ormanlarda, mağaralarda atılıyorsa maceralara; Dan Brown’ın “dini ikonoloji ve semboloji profesörü” olan Langdon’ı da şehirlerin kalabalığında, tarihi kentlerin altındaki dehlizlerde atlatıyor tehlikeleri.
Sinema ve edebiyatın sıkı bağlarla birbirine bağlandığı bu türde, hikayelerin merkezinde başka alanlardan ünlü profesörler de yer alıyor elbette... Hatırlanacaktır, 90’lı yılların başında “merak dalgası,” arkeolojiden paleontolojiye kaymıştı. Michael Crichton’ın romanından çok, romandan uyarlanan 1993 tarihli Jurassic Park filmi ve devamındakilerin yarattığı bir merak dalgasıydı dinozorlara yönelen; dinozorların bilimsel isimlerini ezbere biliyor, dinozorlarla ilgili çeşit çeşit kitaplarla, küçük oyuncaklarla dolduruyorduk odalarımızı, halen de devam ediyor bu yoğun ilgimiz... Belki tek başına –biraz huysuz, biraz komik, biraz çılgın olmanın yanı sıra yaşamını bilime adadığı konusunda kimsenin şüphe duyamayacağı– bir profesörü değil ama bilim insanlarını ön plana çıkaran hikayeleriyle, keşif duygusunu körükleyen yapılarıyla ve içerdikleri maceranın dozuyla pekâlâ sözünü ettiğimiz tür içinde değerlendirilebilir bu roman ve filmler de. Diğer yandan, hem baskın karakterli bir profesörün merkezde yer aldığı hem de hikayesi Jurassic Park’ın öncülü kabul edilen bir örnek var aslında elimizde. 1912 tarihi Kayıp Dünya romanı ve başkahramanı Profesör George E. Challenger...
Ne kadar heybetli olursa olsun
“İnsanın nefesini kesen şey cüssesiydi – cüssesi ve heybetli görünüşüydü. Kafası kocamandı, bir insanda gördüğüm en büyük kafaya sahipti. Silindir şapkasını giysem, daha doğrusu giymeye cesaret etsem, tüm kafamı içine alıp omuzlarıma kadar inerdi. Asur boğasına benzettiğim bir yüzü ve sakalı vardı; yer yer maviye çalan siyah ve göğsüne dalgalanarak inen kürek biçimindeydi sakalları. Kocaman alnına yapışmış uzun, kıvrımlı tutamlarıyla saçları bir tuhaftı. Büyük siyah perçemlerinin altında gözleri mavi griydi; çok berrak, çok ciddi ve çok otoriterdi. Uzun siyah tüylerle kaplı iki kocaman el dışında masanın üzerinden görünen diğer yerleri devasa omuzlar ve varile benzeyen bir göğüstü.” Genç gazeteci Edward Malone’un, Profesör George E. Challenger’la ilgili ilk izlenimleri böyle. Saldırgan davranışlar gösterdiği bilinen, Londra’nın en çok nefret edilen adamının karşısına çıkmak kolay değil ama genç gazeteci Malone’un, sevgilisinin gözüne girmek üzere aradığı tehlikeli görev ve macera dolu bir gazete haberi için de Profesör Challenger’a ihtiyacı var.
Profesör Challenger’ın “hoyrat” davranışlarının sebebi ise, anlattıklarına kimseyi inandıramaması; Güney Amerika’da, Amazon bölgesinde “tuhaf hayvanlar” keşfettiğine dair kanıtları geri dönüş yolunda bir bot kazasında kaybedince ve anlattıkları yeterli olmayınca, “Güney Amerika’dan uydurma hikayeyle dönen adam” olarak anılmaktadır. Ancak bunun çözümünü bir toplantıda bulurlar; Profesör Challenger ve aralarında Malone’un da bulunduğu küçük bir grup, Güney Amerika’ya doğru yola çıkarlar. İşte bizim genç gazeteci Malone’un gözünden dahil olduğumuz hikaye, Profesör Challenger’ın iddialarını kanıtlamak üzere dinozorlara ve diğer nesli tükenmiş hayvanlara, evrimin değişik halkalarındaki canlılara ilişkin keşif hikayesidir...
1925’ten başlayarak sayısız kere sinemaya, televizyona ve hatta radyo oyunlarına uyarlanmış, Crichton’ın Jurassic Park’ı olmak üzere çok sayıda eserin öncülü konumundaki Kayıp Dünya’nın başkahramanı profesör, nedense Indiana Jones ya da Robert Langdon kadar popüler olmadı hiçbir zaman. Üstelik bu hikaye çok ünlü bir yazarın kaleminden çıkma olmasına rağmen; gerçi bu durum da Profesör Challenger’ın bir başka talihsizliği aslında... Ne de olsa Arthur Conan Doyle adını andığımızda akla gelecek ilk karakter, hiç kuşkusuz, Sherlock Holmes olacaktır. Profesör Challenger’ın cüssesi ve görünüşü, Malone’un tabiriyle ne kadar heybetli olursa olsun Sherlock Holmes’un gölgesinde kalmaması imkansız!
Conan Doyle’un Kayıp Dünya’sı, yıllar içerisinde birçok farklı yayınevi tarafından yayımlanmış Türkçede, ama daha çok çocuk kitabı olarak; bir başka deyişle “özet” şeklinde... Bu yıl içinde ise iki farklı yayınevinden “tam metin” olarak yayımlandı. Tutku Yayınevi yeni bir çeviri yayımlarken (Malone’un izlenimlerini içeren yukarıdaki alıntı bu çeviriden), Elips Kitap daha önce yayımlanmış bir çevirinin yeni baskısını yaptı. Sherlock Holmes’un gölgesinde kalmış bu hikayeye iki farklı yayınevi tarafından aynı yıl içinde ilgi gösterilmiş olması dikkate değer elbette! Bu ilginin Profesör Challenger’ın diğer maceraları (1913 ve 1926 tarihli iki roman ile iki öykü) için de devam etmesini umarız... Özellikle 1926 tarihli üçüncü roman, Conan Doyle’un “spiritüalizme” yoğun ilgi duyduğu dönemin ürünü olması nedeniyle ilgi çekici. (Bu arada, alıntıyı yaptığımız kitabın çeviri, redaksiyon ve düzelti süreçlerinde biraz daha dikkat edilseymiş keşke, diye düşünmemek elde değil; yeni baskılar ya da Profesör Challenger’ın diğer maceraları için hatırlatmış olalım.)
Yeni yorum gönder