2012’nin ilk aylarıydı. Yılmaz Güney’in Duvar filmine konu olan sahneler dile dökülmeye başlandı bir kez daha, bu defa Pozantı Cezaevi’nde: 14 yaşında bir "taş atan çocuk" anlatıyordu: “Bazı arkadaşlarımıza adli tutuklular tarafından defalarca tecavüz edildi. Bazen zorla pantolonlarımızı indirmeye çalışıyorlardı. Yaşadıklarımız anlatılır gibi değil.”
Suskunlar, bu şoku atlatmaya çalıştığımız günlerde ekranlara geldi. Hikayenin kuruluş sahnelerine ilk tepkim: “Yahu bu oyuncular da çocuk. Tamam derdini anlatacaksın, ama ya bu çocuklar?” demek oldu. Çünkü hikayenin çıkış noktası olan cezaevi vakası, tecavüze uğramakta olan bir çocuğun duvara yasladığı küçücük ellerine yüklenmiş dehşet duygusuyla aktarılıyordu. Kabul ediyorum, yönetmen bu sahnenin istismar düzeyini minimum seviyede tutmak için elinden geleni yapmıştı. Ama öyle zordu ki!
(Görsel çalışma: Dünya Atay)
Dört çocuk, oyun olsun diye Kuyudibi’nde bir araba çalmıştı. Şanssızlık bu ya, arabayla yaşlı bir adama çarpmışlardı: Ecevit (Murat Yıldırım), Bilal (Sarp Akkaya), İbrahim (Güven Murat Akpınar) ve Zeki (Tugay Mercan). Islahevine gönderilmişlerdi. Ahu (Aslı Enver) uğurlamıştı onları. Cezaevinden çıktıklarında içeride yaşadıklarını unutmak için birbirlerini görmemeye karar vermişlerdi. Her biri kendi yolunda giderken Zeki bozmuştu bu unutma oyununu. Küllenen ateşi alevlendirip içlerindeki intikam duygusunu körüklemişti. Karar verdiler. İntikam alacaklar. İçeride kendilerine yapılanların hesabını soracaklar. Bir yandan birbirlerini yeniden keşfederken, bir yandan da birer kötü adama dönüşmeksizin hesap sormanın yolunu bulacaklar. Büyüyüp zengin ve ünlü bir avukat olan Ecevit, suçluları katakulliye getirip adalete teslim etmenin yeterli olacağı kanaatinde. Ama Zeki’nin ölümünden sonra Bilal bu kadarıyla yetinecek gibi değil. Adalet? Kimin adaleti? Hangi adalet? Bu ‘avutulmamış’ çocukların içindeki ateşi söndürmeye, uğradıkları istismarın mekanı olan cezaevinin de faili olarak teşhis ettiğimiz bir kurumsal adalet yeter mi ki? Peki, intikam onları neye dönüştürecek? Dahası kimden alınacak intikam? Bir ıslahevi müdürünü indirmek, onunla işbirliği yapan ‘yaralanamayan’, ‘acıtılamayan’ bir başka çocuğa acıyı öğretmek kafi olacak mı?
Dizi ilk sezon boyunca bu soruların cevabını aradı. İçinde yaşadığımız siyasal ve toplumsal paradigmanın ‘küçük insanlar’ının hayatının yansımalarını aktarıyordu. Midemizi ağrıtmaya, gözlerimizi yaşartmaya, vicdanlarımızı kanatmaya niyetlenmişti. Çocuklara ses olsun diye Ahmet Kaya seçilmişti. Daha uygunu da bulunamazdı zaten. ‘Üstü başı toz içinde’ çocukların ülkesi değil miydi bu ülke? Boşuna Kuyudibi konulmamıştı o semtin adı? Herkes bir kere geçmişti Kuyudibi’nden ve zamanla, bir daha oradan geçmemek için elinden geleni ardına koymayanların ülkesi olmuştu nihayet…
Ama dizi tutmadı. Küçük insanların büyük hikayeleri olabileceği fikri kabul görmüyor eskisi kadar. Çünkü yalnızca Pozantı’da olanlara değil, her gün birkaç kadının öldürülmesine, kız çocuklarına tecavüz eden devlet görevlilerinin ‘ama çocuğun da rızası varmış’ denilerek serbest bırakılmasına, bugüne kadar biriktirebildiği her şeyin gıcır gıcır bir gelecek adına yağmalanmasına boş gözlerle bakmakta olan insanlardan mürekkep bir topluluk televizyonların hedef kitlesi. Kendisini, benzerlerinden inşa ettiği yüksek duvarların arkasına gizlenerek korumaktan başka çaresi olmadığına ikna olmuş bu kitle çoktan. Başkasının acısına bakmaktan, o acıyı gördüğü anda yüz yüze kalacağı mesuliyetten korkuyor.
Doğrudur, bu kitle nihayet kendisine acımaktan vazgeçti, hareket halinde, soldan sağa, aşağıdan yukarıya hareket ediyor sürekli, ilerliyor. Ama bu devinimin bir faturası olduğunu da biliyor. Merhamet duygusunu bir kalemde siliyor. Adaleti boş veriyor. Yarınlara umutla bakmak için böyle yapmak gerektiğini düşünüyor. Kimse, kimsenin ‘nasıl yandığını’ bilmek istemiyor.
Pozantı’nın karşılığı var mıydı ki, Suskunlar’ın olsun?
Öte yandan Suskunlar, hakkında elbirliğiyle susulan bir hikayeyi hatırlatmaya çalışıyordu. Kendisini kişisel gelişim kitaplarıyla kurgulayan, yolunda gitmeyen hikayeleri yüzeysel bir ironiye ve sarkazma dönüştüren, savunma mekanizmalarıyla görünmezleştiren, ağlayacak haline gülen bir toplumda Pozantı’nın karşılığı var mıydı ki, Suskunlar’ın olsun?
Suskunlar’ın ikinci sezonu birinci sezonda anlatılan hikayenin neden beklenen etkiyi yaratmadığına ilişkin sorgulamaya verilen yüzeysel bir cevap etrafında şekillenmiş gibiydi. İbrahim’in düğününde açtık gözlerimizi ikinci sezona. Nihayet mutlu bir şeyler olacaktı. Derken ‘acıtılamayan’ çocuk, Takoz adlı sapkınla işbirliği yaparak bir hamlede dağıttı mutluluk perdesini. İbrahim’in nişanlısı Gülten tecavüze uğradı. Ardından bu yeni durumun intikam ateşi sardı arkadaş grubunu. Bütün bunlara Bilal-Ahu-Ecevit-Nisan arasındaki romantik gerilim eşlik ediyordu.
Dizi ne yöne gideceğini bilemiyordu. Acemice yazılmış aforizmalara başvurdukça iyiden iyiye çöküyordu hikaye. Yüzeysellikten kurtulamıyordu bir türlü. Demek ki, merhamet duygusundan vazgeçerken dehşete düşme kabiliyetini de yitiren yalnızca izleyici topluluğu değildi. Galiba reyting baskısı altındaki yapımcılar da paniğe kapılıp bir o yana bir bu yana savrulmaya başlamışlardı. Ya da belki ellerindeki konunun ne denli büyük bir şiddet içerebileceğini gözden kaçırmışlardı. Çünkü ‘kitle’ dediğimiz şekilsiz yaratık belli bir düzeye kadar kabul edilebilir şiddetle oyalayabilir kendini, ancak o düzey geçildiği zaman gözlerini kaçırmaktan imtina etmeyecektir. Hele söz konusu ‘kitle’, onlarca yıldır ‘kendime yeni bir ben lazım’ mottosuyla başladığı / niyet ettiği bir hayat için hikayesinden vazgeçmesi gerektiğine koşullanmışsa...
Hülasa Suskunlar bitti. Yapımcılar ve televizyoncular, masalarına benzer hikayeler getirildiğinde ‘kitle tecavüze doydu, artık bunu yapmayalım’ diyecekler. Kitle ise muhtaç olduğu kudreti boş gözlerle baktığı bir aynada aramaya devam edecek...
Yeni yorum gönder