“İzn alıp Cuma namazı deyü mâderden
Bir gün uğnlayalım çarh-ı sitem-perverden
Dolaşıp iskeleye doğru nihfin yollardan
Gidelim servi revanim yürü Sadâbâd'e.”
Nedim
TRT hiçbir diziyi, hiçbir zaman boşuna yapmadı. Halkı eğitmek ve bilinçlendirmek görevini, devletin ve hükümetlerin yönelimleri doğrultusunda içeriği kimi zaman direktifle kimi zaman basiretle belirlenmiş kanonik denebilecek dizilerle yerine getirmeyi asla ihmal etmedi. 1986’da yapılan Duvardaki Kan, 1987 tarihli Belene, Tarık Buğra’nın Osmancık ve Küçük Ağa’sından uyarlanan aynı adlı diziler bandrol vergilerimizin boşa gitmediğinin kanıtları olarak tarihteki yerlerini aldılar. TRT’nin içinde yaşadığımız dönemin ruhunu yansıtan dizisi ise, Bir Zamanlar Osmanlı: Kıyam. Bir Ezel Akay projesi olarak duyurulan, ancak TRT Genel Müdürü’nün “belgesele kaçmış,” diyerek ilk dört bölümünü çöpe atıp Akay’ı ‘açığa almak’ suretiyle yeniden çektirdiği dizinin konusu Lale Devri... TRT’nin tesadüfen bir Lale Devri dizisi çektiğini düşünmek kurumun siyasi tarihine haksızlık olur.
1718 yılında Rusya’yla imzalanan Prut Anlaşması’ndan sonra başlayan Lale Devri’nin lise tarih kitaplarındaki anlatımı ikirciklidir. Toprakların genişlemediği, dolayısıyla askeri anlamda duraklamanın başladığı dönemdir. Öte yandan İstanbul’da başlayan imar seferberliği, Müteferrika’nın ilk Müslüman matbaacı olarak belirmesi, bilim ve kültür alanına yapılan yatırımlar dolayısıyla da parlak bir devirdir. Başta Sultan III. Ahmet olmak üzere hanedanın tüm üyeleri, devlet adamları ve varlıklı insanlar adlarına yakışır güzellikte saraylar, konaklar, köprüler, çeşmeler yaptırmakta yarışırlar.
Lale Devri’nin sonunu getiren Patrona Halil İsyanı, yazıcıların rahatsızlıklarına bağlanır. Müteferrika matbaasının kendilerini işsiz bırakacağı fikrinden duydukları korkuyu, matbaaya karşı din kisvesine bürünmüş bir düşmanlıkla ifade ederler.
Sonunda gider, Patrona Halil denen bir Arnavut tellağın arkasında saf tutup isyan başlatır yazıcılar. Kendilerine arka çıkan softalar sayesinde halkın da desteğini alır, III. Ahmet’in imar ve iskan hareketini zorla ve şerle kesintiye uğratırlar. Çoğu ders kitabı III. Ahmet’e kıyamaz da, Damat İbrahim Paşa’nın beceriksizliği yüzünden canım dönemin sona erdiğini söyler.
TRT, Lale Devri’ni başka türlü anlatmak için çok çaba sarf etse de ana fikrin ders kitaplarının uzağına düşmemesine önem veriyor sanki. Mesela Damat İbrahim Paşa sanattan, edebiyattan, müzikten ve elbette tasavvuftan anlayan, aşkla incelmiş bir devlet adamı olarak resmediliyor. Ama basiretsizliği ve aslen bir ‘helvacı çırağı’ olduğu, padişahın kızkardeşi Hatice Sultan’ın öfkeli ve hırslı dilinden sık sık vurgulanıyor. Temize çıkarmaya çalıştığı III. Ahmet’i kişiliksizleştiriyor dizi, tıpkı ders kitapları gibi. Kızkardeşi, gelenekler ve Damat İbrahim Paşa’nın temsil ettiği medeniyet düşü arasında sıkışıp kalan III. Ahmet esiyor, gürlüyor ama yağmıyor bir türlü...
Kemalist bir filtre
Hulasa dizi, bugünün siyasi ve mimari hareketlerini anlamak için velut bir söylemsel kaynak niteliğinde. Örneğin yedinci bölümde Damat İbrahim Paşa ‘helvacı çırağı’ kimliğiyle hesaplaşmak zorunda kalıyor. Yazıcıların, Müteferrika’yı linç etme girişimlerini püskürtürken haykırıyor kıyam edenlere: “Helvacı Çırağı İbrahim emrediyor size, Sadrazam İbrahim Paşa’ya diz çökün.” Diz çöküyor ahali. Helvacı Çırağı İbrahim, Damat İbrahim’e galebe çalıyor, tüm helvacıların ve çıraklarının yüreklerine su serpiyor heybetiyle. Ama kıyam haberiyle şaşkına dönen III. Ahmet’in sorusuyla açılan yara kapanmıyor gene de: “Helvacı Çırağı İbrahim’e itimat etmekle hata mı ettim?” III. Ahmet’in kırıcılığını şaşkınlığına bağlayıp mazur görmekte bir sakınca yok: “Hep iyi şeyler istedim. O vakit nedir bu mukavemet?”
Dizinin, hikayenin tüm kahramanlarına eşit mesafede durduğunu söylemek zor. Bir işçi sınıfı temsilcisi olarak tasvir edilen Patrona Halil her şeyiyle karikatürize ediliyor. Patrona’yı sokağa ‘kıyamın rehberi’ olarak yerleştiren softalara bakışta Kemalist bir filtrenin varlığını sezinlememek elde değil. Nedense bu tarif, Cübbeli Ahmet Hoca’nın cezaevinde bulunduğu gerçeğiyle de uyum içinde.
Bir Zamanlar Osmanlı’nın ‘Kıyam’ ibaresinden arındırılmış ikinci sezonu ise, siyasi referanslar bakımından, birinci sezondan daha kararlı olacağa benziyor. Batılı meslektaşlarıyla sohbet halinde konuşturulan Rus ajanın önermesinde hikayenin özü gizli: “Osmanlı yıkanın altında kalacağı kocaman bir duvardır. Osmanlı’yı yıkamazsınız... Sadrazam’la Ahmet Han’ın başlattığı değişimi durduracağız. Gelişimi duran çürür. Çürüyecekler. Yavaş yavaş çürüyecekler. Yönetemez olacaklar.”
Ah şu kocaman duvarlar... Osmanlı sultanlarının hayal bile edemeyeceği evsafta duvarlar yükseliyor İstanbul’un her metrekaresinde. Ahalinin gelişmeyle, yükselmeyle, zenginlikle eşdeğer gördüğü duvarlar... Zamane Patronaları da muhalefet ediyor sokakta... Sırf memleket gelişmesin, çürüsün diye...
(Görsel çalışma: Dünya Atay)
Patrona Halil İsyanı, Lale Devri’ni bitirdi. Dönemin ben diyeyim sanat ve kültür, siz deyin zevk ve sefa alemlerinin yapıldığı, Kağıthane’deki Sadabad Vadisi’nde bitti Lale Devri. III. Ahmet’in kendisi için yaptırdığı Sadabad Kasrı ve bir arada Türkiye’nin ilk kapalı sitesini oluşturan konaklar yağmalandı, yıkıldı... Damat İbrahim’in başı kesildi; III. Ahmet tahttan indirildi. Bütün bu felaketler işçi sınıfı, softalar ve yeniçerinin işbirliğiyle gerçekleşti. Yazık, İstanbul için düşünülmüş şairane çılgınlıkta, kimbilir hangi projeler hayata geçirilemeden tarihin tozlu raflarına kaldırıldı. Böyle olunca, dizinin binlerce çılgın imar projesinin peşpeşe hayata geçirildiği bir dönemde ve TRT tarafından yapılıyor olması tesadüf kelimesine fazlaca anlam yüklemek olur.
Ne var ki, TRT’nin kime ne demek istediğini anlamak için henüz erken. Yoldaki işaretlere dikkatle bakmak lazım. 14. bölümde bir şeyhin dergahında yetişmiş Serhat, ‘seçilmiş’ sıfatıyla İstanbul’a yürüdü. Birinci sezonun sarışınlığı ve uzun boyuyla Osmanlılığa yakıştırılamayan kahramanı Murat’ı canlandıran Cemal Hünal’ın yerini olanca esmerliği ve alışıldık ölçüdeki boyuyla Özcan Deniz aldı. İmparatorluğu bir sarışının kurtarmasını beklemiyorduk zaten, imanlı bir esmer olmadan bu iş olmazdı.
Merhaba. Yazıyı genel olarak beğenip, mahiyetindeki görüşe az çok iştirak etmekle beraber bir yanlışın düzeltilmesi gerektiği kanaatindeyim. 1718 yılında imzalanan antlaşma Prut Antlaşması değil, Pasarofça antlaşmasıdır ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile Osmanlılar arasında yapılmıştır
Yeni yorum gönder