Bizim kelebek son zamanlarda hiç olmadığı kadar coşkuluydu. Baktım bloguna, “Güzel insanlar benim doğal yaşam alanım olan parka, ağaçlara sahip çıktı. Üstelik orada bir parkta yapılacak en güzel eylemin kitap okumak olduğunu gösterdiler,” diye yazmış. Ardından da eklemiş: “Nâzım Hikmet’in şu sözleri hiç bu kadar anlamlı olmamıştı herhalde; ‘Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine.”
“Biliyor musun bütün bunlar bana hangi kitabı anımsatıyor,” dediğimde, merakla dinlemeye başladı. “Belki de ilk okuduğum roman olan Frances Hodgson Burnett’in Gizli Bahçe’sini… Orada zengin ama mutsuz iki çocuğun, onlara ısrarla yasak olduğu söylenmesine rağmen yılmayıp aradıkları bir gizli bahçeyi keşfetmelerinin ardından, burada karşılaştıkları doğanın güzelliğiyle hem kendilerinin hem de büyüklerinin hayatlarını nasıl değiştirdiklerini görürüz. O güzel bahçeye ne pahasına olursa olsun girmeyi amaçlayan o iki çocuk ve otorite simgesi olarak görülen büyüklerin yeni bir bilinçle dönüşmeleri sence de ilham verici değil mi?”
“Evet,” dedi kelebek, “güzel insanlar olduğu sürece hayatımızda hep güzel bahçeler olacağına inanıyorum. Mesela Sait Faik’in “Havada Bulut” öyküsünde köpeğiyle konuşacak kadar duyarlı insanlar ya da “1 Nisan’da Bir Erik Ağacı ile Konuştum” öyküsündeki kahraman gibi… “Vangelistra Kilisesi’nin çan kulesinden otuz metre aşağıda küçük bir kulübenin bahçesindeki, dalları evin siyah damını gören bir erik ağacı, benim en iyi dostumdur. Dünyada bu küçük erik ağacıyla konuşabilirim. Derdimi yalnız ona anlatabilirim. Erik ağacı! Seni de, yemişlerini tuzla yiyen esmer kızı da deliler gibi seviyorum, ne yapayım? İşte görüyorsun ki azizim, ben köpeklerle konuşmadan evvel işe ağaçlarla konuşmakla başladım.”
Benim gibi kelebeklerle, ağaçlarla konuşan biri için Sait Faik’i anlamamak, sevmemek mümkün mü? Ama bahçelerimize, ağaçlarımıza sahip çıkmaya başlamadan önce maalesef başka tutkular peşine düşmüş önceki kuşakların duyarsızlaşması bizi bugün onlara sahip çıkma mecburiyetine taşımadı mı? Biraz da eski bahçelerinin yerine yeni apartmanlara sahip olma şevkiyle duyarlılıklarını kaybetmiş o kuşakların mirasını yaşamıyor muyuz şu anda? İşte Murathan Mungan’ın Son İstanbul’u ne güzel anlatıyor o günlerde yenik düşmüş bir bahçenin dramını: “– Bahçede oynardık hep. Bahçe yeterdi bize. – Çocuklar büyüyorlar abla. Bahçe az geliyor onlara. Bütün dünyaları yalnızca bir bahçe olamıyor artık. Bahçenin dışına da çıkmak istiyorlar. – Bir şey söyleyeyim mi sana Talia? Bana kalırsa artık kimse için bahçenin bir anlamı kalmadı. Bu yüzden böyle bakımsız. Konak bile yabancı duruyor bu ıssız bahçeye. Bahçeler eskidenmiş Talia. Bahçeler bir şeyleri anlatmak içinmiş. Oysa bizim anlatacak hiçbir şeyimiz kalmadı…”
Kelebek anlamıştı. “Hatırlar mısın Latife Tekin’in Unutma Bahçesi'ni? Unutmak isteyen insanların bir araya toplandığı, burada geçmişlerine dair unutmak istedikleri ne varsa unuttukları bir yerden bahsedilir. Oysa sanırım bizim bambaşka bahçelere ihtiyacımız var. Ötekileştirme ve nefretin unutulduğu ancak yaşayan tüm canlıların bir ve kardeş olduğunun hatırlandığı, duyarlılıkların temel alındığı unutmama bahçelerine…” dedi ve sonra Melih Cevdet Anday’ın dizelerini mırıldanarak en yakın parka doğru uçup uzaklaştı: “Kuşlar seslerini bulmak için/ Bahçelere koşuyorlar/ O kadar yer gördüm ki/ İçim sızlıyor unuttukça.”
Yeni yorum gönder