Âtıl, edilgen bedenlerimiz yürümeyi unutmuş olabilir mi? Bedenimizi, gitmek istediğimiz yere sadece arabalar, otobüsler götürmez ama günümüzde pek çok kavram, yeni yerlerini yadırgayacak kadar yer değiştirdiği için, yürümenin bizzat kendisi, eşzamanlı bir araç mı amaç mı, yolculuk mu yoksa varış noktası mı, yanıtlamak güç. Edebiyat üzerinden farklı bir yürüyüşe hazırsanız, uzun ve çetrefilli bir güzergah şimdi başlıyor.
Malum, günümüzde hiçbir şey yapmamak çok zor bir iş; yürümek de, Rebecca Solnit’in belirttiği gibi, hiçbir şey yapmamaya en yakın yapılacak şey. Madem Sanayi Çağı, “devamlılık” hissimizi bizden söküp aldı, sokaklar ve kırlar bu hissi iade etmek için hepimizi bekliyor, davet ediyor. Ev, araba, spor salonu, ofis, mağazalar arasında neredeyse hiç yürümeden yaşamaya devam ederken, “gerçekte” yaşamadığımızı hissettiğiniz olmuyor mu? Artık bir ansiklopediden bilgi almak için kasabanın diğer tarafındaki kütüphaneye yürümemize gerek yok. “Telefonumuzda hepsi var.” Bu verimlilik ve hız döngüsünde ölçülemeyen, belirlenemeyen hiçbir şeyin onlara göre anlamı yok. Oysaki bir yere varmak kadar, hatta bir yere varmaktan ziyade, yolculuğun kendisi de önemli. Yaşamlar, ofiste klavye tıkırdatarak, her gün aynı Excel sayfalarına bakarak geçerken, bu toz nasıl kalkacak?
Bir tür korku mimarisi, şehirlerde yürünecek yer bırakmıyor. Hıza bu kadar tapılırken yürümek, güçlü rüzgarlara karşı savrulmadan durabilmek gibi geliyor artık bizlere. Solnit, Yol Aşkı: Yürümenin Tarihi’ne Antik Yunan’da yürüyen filozoflardan başlıyor, yürüme üzerine düşünen bir filozof bulmak yolunda ise, ilk durağı Jean-Jacques Rousseau oluyor. Akabinde Søren Kierkegaard, Edmund Husserl derken Solnit’in antropolojik kazısı, yürüme üzerine sürprizlerle dolu. Postmodern beden, gerçek bir beden mi? Kapısından şifrelerle girilen çok güvenli sitelerde apartman dairelerinde ve ofislerin aşırı-tekdüze odalarına konan, bu beyaz-yakalı kentli bedenler gerçek mi? Karşı kutupta ise bir tür sosyal medyada kendini teşhir etme özüne varan, sözdeseyahat fetişleşmesi var. Dünyanın her yerine seyahat edip, gözlerini kırpmaksızın binlerce fotoğraf çekip paylaşan postmodern insanlar, uçaklar, gemiler ve arabalarla gerçekten hareket ediyorlar mı?
DOLAMBAÇLAR, LABİRENTLER, HARİTALAR ...
Sonra hac yolculukları başlıyor. Ortaçağdan bu yana bazı hacılar, yalın ayak veya ayakkabılarının içinde taşlarla veya oruç tutarak veya çile çektiren giysiler içinde seyahat ettiler. Prenses Marya, evinin önünden geçen binlerce Rus hacıya yemek verirken şunları söylüyor: “Hacıların öykülerini dinlerken, sık sık, onların basit ama kendisine derin anlamlarla dolu gelen sözlerinden o denli heyecanlanırdı ki, birçok kereler her şeyi bırakıp evden kaçmanın eşiğine kadar gelmişti. Hayalinde kendisini çoktan, kaba kumaştan paçavralar içinde, elinde asası ve bohçası, tozlu bir yolda yürürken görüyordu.”
Gandi, 1930’da gerçekleştirdiği 200 mil uzunluğundaki ünlü Tuz Yürüyüşü’nde kendisi ve ülkenin iç kesimlerinde yaşayan çok sayıda insan, İngiliz kanunlarını ve İngiliz vergilerini protesto etmek amacıyla kendi tuzlarını üretmek üzere denize yürürler. Özgür Hindistan’ın ilk lideri Jawaharlal Nehru, Gandi için şunları söyler: “Çoğunlukla gülen ama aynı zamanda dipsiz, hüzünlü gölleri andıran bakışlarıyla o yaşlı adamın bir dolu görüntüsü canlanıyor zihnimde fakat içlerinden biri hep öne çıkıyor: Onu 1930’da elinde değneğiyle Tuz Yürüyüşü’nde görüyorum. O hakikatin peşindeki seyyahtı; sakin, yumuşak başlı, kararlı ve korkusuz.”
Ev, araba, spor salonu, ofis, mağazalar arasında neredeyse hiç yürümeden yaşamaya devam ederken, “gerçekte” yaşamadığımızı hissettiğiniz olmuyor mu?
Solnit’in labirentten aldığı dersler de çok kıymetlidir: “Bazen hedefine ulaşmak için ona sırtını dönmen gerekir, bazen hedefine en yakın olduğun anda aslında en uzağındasındır ve bazen en kısa yol, en uzun olandır.” Dolambaçlar, labirentler, haritalar, tekrar tekrar kendisini gösteren labirent modaları... Hikayeler haritalara, coğrafyalar da anlatılara dönüşüyor. Ortaçağ bahçeleri, Rönesans bahçeleri, akabinde Barok tarzda bahçelerle mimari geometri ve simetrinin organik dünyada uzantılarına yakından bakıyor. Doğa, bir dekordan ana temaya; bahçeler de otoriter, kamusal ve esasen mimari bir alandan özel ve münzevi vahşi doğaya dönüşürken bahçeden çıkış yolu nasıl bulunacak? Yüzyıllar ilerledikçe asilzade bahçesi, yerini nihayet el değmemiş doğaya bırakıyor. Bahçe sınırları ortadan kalkıyor. 1770 yılından itibaren İngiltere’nin yaşadığı “ulaşım devrimi,” yollar ıslah edildikçe, ulaşım ücretleri ucuzluyor. 18. yüzyılda “doğa turizmi” icat ediliyor. İnsanlar, doğaya bir resim gibi bakmayı öğreniyor. Turistler, atlı arabalar, sonra da trenlerle seyahat etmeye, yürüyüş turları ve dağ tırmanışları yapmaya başlıyor.
"ONUNLA YÜRÜYÜŞE ÇIKARDIK"
Gurur ve Önyargı, yürüyüşlerle dolu bir roman. Romanın önemli gelişmeleri, iki karakter yürürken gerçekleşir; başkarakterimiz Elizabeth Bennet, en ufak bir fırsatta bile her yerde yürür. Piyano çalmadığı, dikiş dikmediği veya kitap okumadığı zamanlarda bol bol yürür. Solnit, İngiltere’de 18. yüzyıl boyunca ve 19. yüzyıl başlarında yürümenin daha ziyade kadınlara özgü bir uğraş olduğunun altını çizer. O zamanlar “doğru türden bir yürüme” bahçedeki fundalığın ve sosyete kurallarının sınırları dahilinde gerçekleşir. Elizabeth’in kırlarda yaptığı yürüyüş, görgü kurallarına aykırı diye yerden yere vurulur. Bay Darcy, Elizabeth’i kendisiyle yürümeye davet ettiğinde, kadınların bazı konuları baş başa konuşmak veya “en çok yürürken endamlı göründükleri için” yürüyüş yaptıklarına dair bir yorum yapar.
James Joyce’un, Ulysses; Virginia Woolf’un ise Mrs. Dalloway romanlarında kahramanlarının zihnindeki düşünce ve anı yumakları yürüdükleri sırada en iyi şekilde çözülmeye başlar. Joyce, kısa romanı Ölüler’de, gençliğinde karısının bir talibi olduğunu daha yeni öğrenen adam, çoktan ölmüş o genci sevip sevmediğini karısına sorduğunda, kadın adamı sarsan bir yanıt verir: “Onunla yürüyüşe çıkardık.”
Jack Kerouac, Zen Kaçıkları’nda şair ve çevreci Gary Snyder’ın kendisini arabadan dışarı çıkarıp dağlara götürdüğünü anlatır. 1956’da Japonya’ya gitmeden hemen önce, Gary Snyder, Kerouac’ı bir gece yürüyüşüne götürür, San Francisco’dan öbür yakaya Golden Gate köprüsü üzerinden geçip diğer yakada bulunan 783 metrelik Tamalpais Dağı’nı aşarak denize varıp hemen ardından bütün yolu geri dönerler. Bu yürüyüş esnasında Snyder, ayakları ağrıyan Kerouac’a, “kaya hava ateş odunla, yani gerçek maddeyle ne denli yakınlaşırsan, dünya da o derece ruhani oluyor” der.
1970’ler uzun mesafe yürüyüşlerinin altın çağıdır Solnit’e göre. Peter Jenkins, Robyn Davidson ve Alan Booth, 1970’lerin ortalarında yola koyulurlar. Solnit, Booth’un Roads to Sata: A Two-Thousand- Mile Walk Through Japan’ı (Sata’ya Çıkan Yollar: Japonya’da İki Bin Millik Bir Yürüyüş) yürüme edebiyatının ne denli ilerleme kaydettiğini gösteren bir kilometre taşı olarak niteler.
Solnit, 18. yüzyıl şehirlerinde, insan olmanın anlamına dair yeni bir imge olarak bir yolcunun özgürlüğüne ve yalıtılmışlığına sahip birinin imgesinin ortaya çıktığının altını çiziyor: Yolcular da, yolculuklarının ölçeği ne denli dar ya da kapsamlı olursa olsun, simgesel karakterlere dönüşmüşlerdi. Richard Savage bu fikri “The Wanderer” (Seyyah) başlıklı şiirinde 1729’da ortaya atarken, soyadıyla müsemma George Walker, yeni yüzyılı The Vagabond (Avare) isimli romanıyla başlatır. Fanny Burney’in Wanderer (Gezgin) isimli romanını Wordsworth’un ilk iki bölümüne “Gezgin” ve “Yalnızlar” başlığını verdiği The Excursion (Keşif Gezisi) ile Coleridge’in Kadim Denizci’si takip eder. De Quincey, Bir İngiliz Afyon Tiryakisinin İtirafları’nda diğer birkaç çocukla paylaştığı hayaletimsi bir varoluş içine sürüklenip huzursuzca sokaklarda dolanıp durur. Sokaklar, yeri yurdu olmayanların yeridir, acı ve yalnızlığın boyutunun, yürüyüşlerin uzunluğuyla ölçüldüğü bir mekandır. Kendisini her zamankinden daha hasta ve bitkin hissettiği bir günün sonunda Oxford Caddesi’ni ağır adımlarla arşınlar...
GEZGİNLER ŞEHİRLERDE
Charles Dickens ise, kentte yürümeyi seçer ve defalarca bu konuyu derinlemesine inceler. Solnit’e göre kimi romanları, insanlar kadar mekanların dramını da anlatır. Romanları, dedektifler ve polis müfettişleri, sinsice avını izleyen suçlular, arayıp soran âşıklar ve sonsuza kadar kaçıp duracak lanetli ruhlarla doludur. Bir keresinde bir arkadaşına, “Eğer hızla ve uzağa yürümeyi beceremeseydim, infilak eder ve yok olurdum,” diye yazar. Yürümeseydim, yazamazdım!
Ünlü dağcı Lesli Stephen’ın kızı Virginia Woolf, bir keresinde bir arkadaşına şöyle söyler: “Ben dağları ve tırmanışı nasıl romantik bulabilirim ki? Çocukluğumdan bu yana odamda dağcı sopası ve babamın tırmandığı her zirveyi gösteren, duvarda asılı bir Alp Dağları haritasıyla büyütülmüş değil miydim? En sevdiğim yerler, tabii ki, Londra ve bataklıklardır.”
Şehirler, yürümeyi gerçek bir yolculuğa dönüştürür: İnsanın evini çepeçevre kuşatan tehlike, sürgün, keşif, dönüşüm kapımızın önüne kadar sokulur. Walt Whitman, tek başına sokaklarda aşkı arayarak yürür. Solnit’in de altını çizdiği üzere Allen Ginsberg, aslen bir New York şairidir ve şiirlerindeki kentler de acımasız büyük kentlerdir, banliyöler üzerine çokça yazar, San Francisco ve New York’ta epey yürür. Beat Kuşağı için, biçimi farklılık gösterse de, hareket veya seyahat çok önemlidir.
Şimdi kıta değiştirip biraz Paris’te vakit geçiriyoruz: Victor Hugo, Sefiller’de bakın ne diyor: Düşüncelere dalıp gezinmek, yani başıboş dolaşmak, bir filozofun zamanını geçirmesi için iyi bir yoldur; özellikle de, çirkin ama tuhaf ve çift kimlikli, bilhassa Paris gibi bazı büyük kentleri çevreleyen kır taklidi yerlerde. Gerçek bir sokak gezgini olan Walter Benjamin, Paris’i gezen pürdikkat ve yalnız bir adam imgesi olan flanör (flaneur) üzerinde önemle durur.Şehirlerde “ev” ve “işyeri” arasındaki mesafe arttıkça, banliyöler her yeri sardıkça, gündelik yaşamımız ile bedenlerimiz arasındaki makas da giderek açıldı. Banliyöler aile yaşamını yalıtıp rasyonelleştirdikçe, Rebecca Solnit, artık gidilecek hiçbir yeri olmayan yerlerde kullanılan ve hiçbir yere gitmeyen bir araç olarak nitelediği koşu bantlarının, doğal çevre, arazi, manzara ve deneyimden müteşekkil uzamı baştan ayağı değiştirdiğinin altını çiziyor.
“Yürümeden hiçbir şey yapmam, benim çalışma odam kırlardır.”
YÜRÜMEK, KENARA ÇEKİLMEK Mİ?
Para ruhları boşaltmak, tıp ise yapay bedenler inşa etmek için istila eder sporu. Ama yürümek spor değildir felsefe profesörü Frédéric Gros’a göre. Örneğin Nietzsche, yorulmak nedir bilmeyen hatırı sayılır bir yürüyüşçüydü. Sık sık yürüyüşten bahsederdi. Açık havada yürüyüş yapmak, Nietzsche külliyatının doğal bileşeni, yazarlığının da değişmez refakatçisiydi. 1877 Ağustos’unda Rosenlaui’de münzevi hayatı yaşadığı sırada ise şöyle yazar: “Keşke bir yerlerde bunun gibi küçük bir evim olsaydı; günde altı-sekiz saat yürüyerek, eve döndüğümde sayfalara aktaracağım düşüncelerle doldururdum aklımı.” Nietzsche yürür, başkaları nasıl çalışıyorsa o da öyle yürür. Yürürken çalışır. Mart 1888’de, “Sabahları ortalama bir saat, öğleden sonraları üç saat hızlı adımlarla hep aynı yolda yürüyorum. Bu yol tekrarları katlanılır kılacak kadar güzel”; Kasım 1884’te ise, “Sekiz tane yürüyüş yolu buldum,” der.
Arthur Rimbaud ise, hayatı boyunca bıkıp usanmadan, tutkuyla yürür. 15’inden 17’sine kadar büyük şehirlere ulaşmak için yürür; Paris’e, Brüksel’e... Sonra Akdeniz (Marsilya ve Cenova) ile Charleville arasında mekik dokur, güneşe doğru yürür. 25’inden ölümüne kadar da çöl yollarını kat eder, bu kez güneşin alnında, Aden’den Harar’a, defalarca... Hep aynı ağır döngüye kapılır Rimbaud: Kışın evde sıkılıp huzursuzlanır, sözlüklerden yabancı diller öğrenir, zamanın geri kalanında usanmadan yeniden şansını dener. Henüz 37 yaşında öldüğünde, hastanenin ölüm kayıtlarında şöyle yazar: “Charleville’de doğmuştu, Marsilya’dan geçiyordu.” Geçiyordu diye tekrar ediyor Gros. Oraya sırf tekrar yola çıkmak için gelmiştir.
Gros “yavaşlık”, “sessizlik”, “yalnızlıklar” gibi açılardan yaklaşıyor yürümeye. Rousseau, “yürümeden hiçbir şey yapmam, benim çalışma odam kırlardır,” der ve şöyle devam eder: “Masa, kâğıtlar ve kitaplardan oluşan bir manzara beni daraltır. Çalışma araç gereçleri bezginlik verir bana, yazı yazmak için masaya oturursam yazacak bir şey bulamam ve bir düşüncem olması gereği de beni tamamen düşüncesiz bırakır.”
Yürürken, yürümekten başka bir şey yapmayız. Saf bir varlık duygusunun yeniden kazanılmasını, çocukluk çağına olduğu gibi nüfuz etmiş o basit var olma mutluluğunun yeniden keşfedilmesini sağlar. Henry David Thoreau, ormanda geçirdiği iki seneyi anlattığı büyüleyici Walden ve yürümek üzerine ilk felsefe kitabı olan Yürümek’te her zaman hesaplamanın peşindedir: Arabayla bir günde kat edeceğimiz mesafenin bedeli aylarca çalışmaktır. “O halde yürüyün!” der. Ona göre, an gelecek yürüyerek daha hızlı gidildiğini anlayacağızdır. Yürümek, kenara çekilmektir: Çalışanların kenarından, hız yapılan yolların kenarından... Thoreau’nun dediğine göre, yürümek Batı’ya gitmektir.
Bir an bile yerinde duramayan Sokrates, öğrencilerinin arasında dolaşan, akabinde öğrencilerini peşine takarak sütunlu ya da ağaçlı yolları arşınlayan Yunan bilgeler, şehirden şehre, meydandan meydana hep yoldadırlar.
Şair Gérard de Nerval’in eserlerinde de insanlar bol bol yürür. Dolaşır, hatırlar, hayal kurarlar. Karanlık melankolisiyle Almanya, İngiltere, İtalya, Hollanda ve İskenderiye, Kahire, Beyrut, İstanbul’a seyahatleri kadar Paris sokaklarında Montmartre’dan inerek Les Halles’nin sokaklarında kaybolduğu, Ermemonville veya Mortefontaine ormanlarında yaptığı yürüyüşlerden de beslenir. 1854 yazında, her ne kadar doktoru iyileştiğini düşünmese de, klinikten ayrıldıktan sonra bile yürümeyi hiç bırakmaz. Yol üstündeki bir otelde, sadece bitkin düşen bedenini dinlendirmek için kullandığı bir odası vardır. Yürür, yürür, bir kafede durup bir şeyler içer, sonra tekrar yürür. Bir okuma salonunda veya kütüphanede durur, bir arkadaşını ziyaret eder, sonra yeniden yürümeye koyulur. Yürümek, Nerval’in deliliğini tamamlayıp olgunlaştırır.
Gros, hayatı bir nota kağıdı kadar kurallı olan Kant’ın tekdüze, disiplinli, düzenli yürüyüşlerinden de söz eder. Yürümek ritmi değiştirir; uzuvları ve zihnin melekelerini çözer; güzergaha, ritme, göreceklerinize siz karar verirsiniz. Gros, “flaneur”ü kent, kalabalık ve kapitalizm (Benjamin’in nazarında metanın saltanatı) üzerinden ele alır. Ona göre flaneur, yalnızlığı, hızı, çıkarcılığı ve tüketimciliği yıkar.
DOSYA EKİ:
"Yürümekle çözülür her şey"
Flâneur kelimesi, duyar duymaz hemen bir imge oluşturuyor zihnimizde; Fransızca flâner fiilinden gelen flâneur, 19. yüzyılın ilk yarısında Paris’in cam ve çelikle kaplı pasajlarında doğmuş ve “amaçsızca dolaşan kişi” anlamında kullanılmaya başlanmıştı ama belli ki, “eksik” bir imge bu. Lauren Elkin, bunu bir anlamda tamamlıyor. “Flanör” kelimesi, Lauren Elkin’in kitabıyla erilden dişile çevrilerek “flanöz” oluyor. Yazar, sözlüklerin çoğunda bulunmayan bu hayali kelimenin temsil ettiklerinden yola çıkarak yazdığı kitabında bizi Paris, New York, Tokyo, Venedik ve Londra’nın sokaklarında George Sand, Virginia Woolf, Jean Rhys, Agnes Varda, Sophie Calle, Martha Gellhorn ve Joan Didion gibi flanözlerin ayak izlerini takip ederek yürümeye davet ediyor. İşte kitaptan tadımlık bir bölüm:
“Vazgeçmesi zor bir alışkanlık. Neden yürüyorum? Yürüyorum çünkü hoşuma gidiyor. Kaldırımda gölgem, bir adım önden bana eşlik ederken yürümenin ritmini seviyorum. Dilediğim zaman durabilmeyi, defterime not alabilmeyi, gelen bir e-postayı okumayı ya da telefonumda mesaj yazmak için bir binanın duvarına sırtımı yaslayabilmeyi ve tüm bunları yaparken dünyanın bir anlığına donuvermesini seviyorum. Çelişkili bir biçimde, yürümek bana durağanlık imkanının varlığını hatırlatıyor.
“Yürümek ayaklarınızla şehrin haritasını çıkarmaktır. Bir şehri zihninizde bir araya getirmenize, başka türlü ayrıksı varlıklar, birbirine bağlı, aralıksız ama uzak farklı gezegenler olarak kalacak mahalleleri birleştirmenize yardımcı olur. Onların aslında nasıl iç içe geçtiğini görmekten, aralarındaki sınırların nasıl çizildiğini fark etmekten hoşlanırım. Yürümek bana kendimi evimdeymişim gibi hissettirir. Şehrin kimini çok iyi bildiğim, kiminde ise kendimi bir zamanlar bir partide tanıştığım biriyle yeniden bir araya gelmişim gibi hissettiğim mahallelerinde dolaşırken, ayaklarım sayesinde bu şehri ne kadar iyi öğrendiğimi görmekten tatlı bir haz duyarım.
“Kimi zaman da aklım çok dolu olduğu için yürürüm ve yürümek bir çözüm bulmama yardımcı olur. Dedikleri gibi, Solvitur ambulando. Yürümekle çözülür her şey.
“Hepsinden öte, yürüyorum çünkü bana bir yere ait olma hissini bahşediyor ya da geri veriyor. Coğrafyacı Yi- Fu Tuan, bir boşluğun hareket aracılığıyla algılanacak, kavranacak, deneyimlenecek bir şey olarak görüldüğünde anlam kazanarak bir ‘yer’e dönüştüğünü söyler.
Yürüyorum çünkü o da bir yönüyle okumaya benziyor. Oradasınız ama tam olarak orada sayılmazsınız; sizinle alakası olmayan o hayatlara ve konuşmalara kulak misafiri olabilirsiniz; gözlemlediğiniz kadarıyla yetinmeyip nasıl hayatlar olduğuna dair hayal kurabilirsiniz. Bazen etraf çok kalabalıktır; bazen sesler sağır edicidir ancak her zaman bir yoldaşınız vardır. Yalnız kalmazsınız. Şehri yaşayanları ve ölülerle birlikte yan yana yürürsünüz.”
FLANÖZ:
ŞEHİRDE YÜRÜYEN KADINLAR
Lauren Elkin
Çev: Doğacan Dilcun Doğan
Nebula Kitap 2018
DAİRELER ÇİZEN KARINCA KOLONİLERİ
Kadim patika ağlarının peşine düşen gazeteci Robert Moor, görünmez kimyasal yollar üzerinde yavaşça ilerleyen karıncalara, insan beynindeki karmaşık sinir yollarına da yakından bakıyor Patikalar Üzerine isimli kitabında. Yunan mitolojisine yaptığı sayısız göndermeyle kıvrak kalemini keskinleştiren Moor, hayatın uğuldayan manzaralarında kaybolmuş insanların çoğunun, bir yolun verdiği sınırlamayı, hiçbir işaretin olmadığı yabanın baş döndüren özgürlüğüne tercih ettiğini belirtir.
Fiyortların karanlık sularından göl kenarlarına dek, yolun kendisi, yürürken oluşuyor. Moor, yabandaki keçiyollarıyla havaalanlarındaki yürüyüş bantlarını eşzamanlı düşünerek okurunu mest ediyor. Doğa ile arasındaki ilişki zaman zaman çalkalansa da, uzak geçmişe gitmeye karar veriyor. “Cin yollarıyla” örülü patikalardan, hayaletler, beyazlı kadınlar, gulyabaniler, çingeneler ve meleklere dek Moor’da sürpriz çok. Ayak izleri, kırılmış dallar, çatal boynuzlu geyiklerin sürtünerek kabuğunu soyduğu ağaç gövdeleri gibi hayvan işaretlerinin peşine düşüyor.
Bilim insanları şimdilerde karıncaların patika sistemlerini çalışarak, bizim kendi fiberoptik ağlarımız aracılığıyla bilgi parçacıklarını nasıl daha hızlı nakledebileceğimizi öğreniyorlar. Araştırmacılar, organizmanın en aptal hali olarak bilinen cıvık mantarlara, Tokyo’yu çevreleyen belli başlı nüfus merkezlerinin konumlarını aksettiren yulaf kümelerini birbiriyle ilişkilendirme görevi verdiklerinde, cıvık mantarlar kendi işaret, iz sistemleriyle modern demiryolu sisteminin düzenini etkili bir biçimde yeniden yaratır (s. 80). Zoolog Pierre-Paul Grassé’nin, çevreye bırakılmış işaretler kullanılarak gerçekleştirilen bir tür dolaylı iletişim ve lidersiz işbirliği biçimi anlamına gelen “stigmergy” kavramıyla karınca izlerine, karıncaların büyük yürüyüşlerine yakından bakar Moor.
Güneşin açısı, rüzgarın yönü, zeminin dokusu ve eğimine göre, hatta çölde adımlarını sayarak yönlerini bulan karınca türleri de var. Moor, Patikalar Üzerine isimli bu enfes kitabında daireler çizen karınca kolonilerine dek bu zeki böceklerin dünyasına giriyor.
AĞAÇLAR, YAĞMUR, GÖLLER, MÜTEREDDİT BULUTLAR
“Yol işareti”ni aldıktan sonra Hermann Hesse’nin evine hoşçakal deyişiyle başlıyor, Görkemli Dünya. Ötelerin, uzakların, su bentlerinin, yabancı dillerin, dağların ve güneyin ümit dolu kokusunu alıyor. Yola çıktıktan sonra “artık bakmayı öğrenen” gözleri için dünya çok daha sevimli, daha güzel artık.
Ne kadar yürüdük, ne kadar daha yürüyeceğiz, bir yere varabilecek miyiz, bilmiyoruz.
Dağ geçidinin ardından küçük kasabaya varıyor. Işığın altın kıyılarında ve arıların tatlı şarkılarında sık sık çocukluğunu ve gençliğini hatırlayarak yoluna devam ediyor, Hesse. Alttan alta sık sık annesinden kopmak isteyen ama her seferinde de annesine geri dönmekten daha iyi bir yol bulamayan çocuk-kalpli bir ruha rastlıyoruz. Sanki yola, annesinden kaçmak için çıkmış da, yine nihayetinde annesine geri dönecekmiş gibi. Sanki evini yadırgamış ya da gerçek evini bir türlü bulamamış (ki hangimiz bulabildik) gibi. Yol aldıkça dalgalanıyor, çalkalanıyor Hesse’nin ruhu. Ağaçlar, yağmur, göller, mütereddit bulutlar geçtikçe yazarın kendisiyle, geçmişiyle hesaplaşması derinleşiyor, keskinleşiyor.
Kitabın özgün adı olan Wanderung, Almancada “yürüyüş, gezinti” anlamına geliyor. Görkemli Dünya ise, Hesse’nin kitaptaki şiirlerinden birinin ismi.
Kitaplarla birlikte daha fazla yürümek isteyenler için dünya edebiyatından daha fazla örnek mevcut: Rebecca Solnit’in Kaybolma Kılavuzu, Rachel Joyce’un Harold Fry’ın Beklenmedik Yolculuğu, Cheryl Strayed’in Yaban, Chuck Palahniuk’un Kaçaklar ve Mülteciler, W. G. Sebald’ın Satürn’ün Halkaları, Thomas Bernhard’ın Yürümek ile Xavier de Maistre’ın Odamda Yolculuk kitapları ile henüz dilimize çevrilmemiş şu kitapları sıralayabiliriz: Laurie Lee’nin As I Walked Out One Midsummer Morning, Daniel Boulanger’in The Shoe Breaker, Bruce Chatwin’in On the Black Hill, Albert Speer’ın Spandau: The Secret Diaries, Robert Macfarlane’in The Old Ways, The Old Ways: A Journey on Foot ve The Wild Places, Stella Gibbons’ın Cold Comfort Farm, H. G. Wells’in Modern Utopia, Bill Bryson’ın A Walk in the Woods, Geoff Nicholson’un The Lost Art of Walking: The History, Science, and Literature of Pedestrianism, Simon Armitage’ın Walking Home: A Poet’s Journey, Patrick Leigh Fermor’ın A Time of Gifts, Between the Woods and the Water ve The Broken Road: From the Iron Gates to Mount Athos, Stephen King’in Richard Bachman mahlasıyla kaleme aldığı The Long Walk, Peter Jenkins’in A Walk Across America,Iain Sinclair’in London Orbital, Ben Montgomery’nin Grandma Gatewood’s Walk: The Inspiring Story of the Woman Who Saved the Appalachian Trail, Nan Shepherd’ın The Living Mountain, Sebastian Snow’un The Rucksack Man ile Teju Cole’un Open City kitapları, meraklı yürüyüş okurlarını bekliyor.
KÖYDEN KASABAYA YÜRÜMEK
Ayhan Geçgin’in Uzun Yürüyüş (2015) romanında bir adam, bir sabah evinden çıkar ve yürümeye başlar. “Şehir” ve “Dağ” olmak üzere iki kısımdan oluşan bu romanda kahramanın ismi yoktur; ismini söylemez, sanki bilmez ve isminin olmayışını da umursamaz. İnsan güruhundan, şehrin koca kalabalığından, yaşamın tüm sınırlayıcı köşelerinden kaçar. Kendisine bir ömür bulmak ister gibidir, yürüyerek gitmek, hedef, sebep, sonuç, tüm mantıksal çıkarımlardan bir an evvel uzaklaşmak sanki tek isteğidir.
Sevgi Soysal ise Yürümek (1970) romanına bu ismi bir im olarak verir. Hakikaten de romanda Memet ve Elâ büyüdükçe bahar yürür, çiçeklenir; kahramanların psikolojileri ile de hayvanlar (kaplumbağa, hamam böceği vd) arasında bağıntılar kurulur. Bir yandan da değişimin bir tür özü olarak sunulan Ankara kentinde hızlanan köyden kente göç, gecekondu semtleri, memurlar, bürokrasi, apartman hayatı Yürümek romanının arka planında okunur.
“... En güzeli, yol yürüyüş öğretir...” diyen Gülten Akın’ı, bu dizeyle açılan şiir kitabı Y’ol ile Birhan Keskin’in şiirlerini yürüme üzerine düşünürken anımsamamak mümkün mü? Özellikle 1950’li yıllardan itibaren Türk edebiyatında beliren köy romanları vesilesiyle roman karakterleri köy içlerinde, köyden kasabaya bol bol yürümek zorunda kaldılar.
KIŞ SİNEMASINDA FİLM GÖSTERİMİ
Mısır tarlaları, traktörler, karga sesleri, samanlıklar, telaşlı hindiler, hüzünlü yağmurda geçip giden kamyonlar... Sanki Werner Herzog’un tavanarasından, daha önce hiç bilmediğimiz, eski bir yol filmini bulmuşuz ve onu izliyoruz. Herzog yazmıyor da izlettiriyor. Kalem kullanmıyor da sanki bir kış sinemasında gösterim yapıyor. 1974 kışı. Alman köyleri. Yeni Alman sinemasının en önemli temsilcilerinden biri olan Werner Herzog’a bir telefon gelir. 20. yüzyılın en önemli sinema eleştirmenlerinden, aynı zamanda Herzog’un yakın arkadaşı Lotte H. Eisner, Paris’te hasta yatağında ölmek üzeredir. Herzog, Münih’ten Paris’e yürüyerek giderse Eisner’in ölmeyeceğine ve iyileşeceğine dair çocuksu bir inançla çıkar yola: Kar buz yağmur içinde Münih’ten Paris’e 21 gün... Bilinci nereye akarsa, çok içeriden yazıyor Herzog. Her gün. Tren rayları, kağıt fabrikaları, cüce karga sürüleri... Kıymetli bir yönetmenin kaleminden (aslında kamera-gözünden) çarpıcı bir taşra yolculuğu, Buzda Yürüyüş.
SU BOYUMUZU AŞTIĞINDA
Küçükken dağ köyleri arasında yürümeyi çok severdim. Sonraları üniversitede Kurtuluş’tan Kızılay’a, Kadıköy’den Moda’ya, Karşıyaka’dan Bostanlı’ya keyifle yürürdüm. Şimdi sırf bu yazıyı yazarken bile Köyceğiz Gölü kenarında ve Muğla’nın bazı dağ köylerinde yürüyorum. Yürümek benim için, su, boyumu aştığında bana yeniden nefes aldıran bir fiil gibi.
Hakikaten uzun bir yürümek oluyor hayat. Birbirine benzeyen yerlerden, arada bir yerleşkelerden geçiyoruz ama bir yandan da sanki hep aynı yerdeyiz. Ne kadar yürüdük, ne kadar daha yürüyeceğiz, bir yere varabilecek miyiz, bilmiyoruz. Buralar böyle işte, mütemadiyen yürüyoruz; ya oralar, oralarda hayat nasıl?
Tolga Tarhan
Yeni yorum gönder