“Adımızı sorarız birine, o bize adını söyler (Edip Cansever)" Bir kişiye veya bir esere ad koymak onu simgeleştirmek, varlığını kabul etmek anlamına geliyor. Adlandırdığımızda aynı zamanda ondan ayrılıyoruz, dışsallaştırıyoruz ve onu yaşama ve ilişkiler düzenine sembolik düzeyde dahil ediyoruz. Gerçekten var edebilmek için adlandırıp; var olabilmek içinse adlandırılıyoruz.
Başka bir deyişle ad vermek; tanımlamak, zamanda ve mekanda saptamak anlamına geliyor.
Mesleğimden ötürü özellikle psikolojik sorunları olan çocuklarla çalışırken, aileleriyle yaptığım ilk görüşmelerde çocuklarına verdikleri adların öykülerini anlamaya çalışıyorum. Çünkü çocuğa bir ad seçip vermek ona ailevi bir tahayyül ve sembolik bir tarih hediye etmek anlamına geliyor. Ailelerin çocuğu dilde nasıl belirledikleri, çocuğun dış dünyada nasıl belirlendiğini de temellendiriyor. Adın kimin tarafından konulduğu, ne anlama geldiği bize ailenin arzuları, korkuları, kayıpları; ailenin kuşak geçişliliği hakkında önemli bilgiler sunuyor. Aynı zamanda ailenin tarihsel ve kültürel kodlarını da açık bir şekilde gözler önüne seriyor.
Bir ölçüde ölümsüzlüğe ulaşmanın yollarından bazıları, bir eser yaratmak veya bir çocuk dünyaya getirmekse, o çocuğa veya esere ad vermek de sıradan, tesadüfi bir olay değildir. Freud’a göre psikanalitik uygulamada sıklıkla bilinçdışı düşüncenin adlara atfettiği önem üzerinde ısrarla durmak gayet doğaldır. Çünkü kişi bu adı ömrünün sonuna kadar taşıyacaksa, bu durum o bireyin dış gerçekliğini ve elbette ruhsallığını da önemli ölçüde etkileyecektir.
"Benim düşmanım senin adın"
Bu durum edebiyatta da paralellik göstermektedir. Örneğin Rolan Barthes’a göre yazarlar roman nesnesini kurmak için özellikle anılardan yararlanırlar. Çağrışım gücüne en yüksek derecede sahip olan nesneler ise özel adlardır. Barthes’a göre özel ad, yazarın anılarında kullandığı üç özelliğe sahiptir:
1) Sadece tek bir göndergeyi nitelediği için özselleştirme gücü,
2) Alıntılama gücü,
3) Keşfetme gücü.
Barthes, bu bağlamda Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde romanında geliştirdiği şiirsel olayın, adların keşfi olduğunu ileri sürer. Özel ad, Proust’un roman sisteminin merkezinde yer alır ve anlatılar bu merkez etrafında örülür.
Veya William Shakespeare, “Roma’ya giden hacı” anlamına gelen Romeo adını tesadüfen seçmemiştir. Romeo ve Juliette eserinin ikinci perde, ikinci sahnesinde Juliet adların trajedideki önemine dikkat çeker:
“Ah Romeo, Romeo adın neden böyle. Babanı inkar et ve vazgeç adından. Ya da istemiyorsan böyle bir şey, yemin et beni daima seveceğine ve ben bir Capulet olmayayım artık.”
İlerleyen bölümlerde ise şöyle der: “Benim düşmanım sadece senin adın. Ah değiştir şu adı.”
Arjantin Psikanaliz Derneği ve Paris Psikanaliz Kurumu üyesi Juan Eduardo Tesone de adın önemi üzerinde özellikle duran psikanalistlerden. Bağlam Yayınları’nın Düş/Düşün serisinden çıkan kitabı Adların İzinde, Ötekilerin Bizde Yazdıkları isimli kitabı adların yalnızca bireysel değil, kültürel ve tarihsel kökenlerine de ışık tutuyor. Kitap, psikanalitik bir bakış açısıyla yazılmış olmasına rağmen edebiyat, siyaset, antropoloji gibi bilimlerden de oldukça besleniyor. Bir taraftan Antik Yunan, Eski Mısır, Uzak Doğu, Afrika topluluklarının, diğer yandan tek tanrılı dinlerin ad konusundaki tutumlarına, alışkanlıklarına yer veriyor. Roman kahramanlarındaki, roman mekanlarındaki adların seçim süreçlerinden analizlerine, ad koyma ritüellerinden, adın işlevlerine ve anlamlarına dair bizleri pek kıymetli sorgulamalara davet ediyor. Adların önemini, fonetik değerini fark etmemizi sağlıyor. Adın belirleyici gücünden, gösteren gücüne doğru bir hayli yoğun düşünme ziyafeti sunuyor.
Ad kavramına bir de Juan Eduardo Tesone’nin gözünden bakmayı ısrarla öneriyorum.
Görsel: Anthony Falbo
Yeni yorum gönder