Tarihin her döneminde bizatihi edebiyatçılar tarafından edebiyata pek çok farklı rol biçilmiştir. Mesela Tanzimat döneminde yazan Ahmet Mithat için edebiyat toplumu eğitmek için bir araç konumundadır; Namık Kemal’e sorarsanız edebiyat pekala bir eğlencedir. Mizancı Murat içinse bir ahlak vaazı… Çok genel ve çizgileri geniş bir tanım yapacak olursak edebiyatın rolünün yazarın hangi dönemde yaşadığından bağımsız olarak onun nereye baktığı, baktığı yerde ne gördüğüyle doğrudan alakalı olduğunu söyleyebiliriz. Denizin ortasında salınan bir motora baktığında Sabahattin Ali, içindeki balıkçının kıyıda onu bekleyen yarı aç çocuklarını, Sait Faik avdan memnuniyetsiz olarak dönen balıkçıların yan köyün balıkçısına pay vermeyeceklerini, Nâzım Hikmet güneşli günlerin habercisini, Bilge Karasu ise “avından el alan” bir avcıyı görebilir.
Şunu söylemeye çalışıyorum; somut ve soyut tüm bileşenleriyle birlikte çağ, yazarın eser vermesi aşamasında önemli bir etken olmasına rağmen onun şahsiyeti, dünyaya bakış açısı, kültürel algısı zamanın ruhu neyi vazediyorsa etsin, hâkim fikir ve sanat algısı neye işaret ediyorsa etsin kendi kişisel macerasından bağımsız düşünülemez. Buraya kadar her şey yolunda. Ama burada hemen hemen her yazarda hasıl olan bir marazi (mi emin değilim) durumdan söz etmeliyiz. Hikaye durum olarak tespit edilip kağıda aktarılırken, ilk cümleden itibaren yazarın içindeki ütopyacı, müdahaleci uyanır ve hayali de olsa yeni bir dünya inşa ediyor olmanın verdiği o duyguyla yazar, tahayyülündeki –iyi ya da kötü– şeyleri bu yeni dünyaya uygulamaya başlar. Buna en azından bu yazı içinde yazarın iradesi diyelim.
Cihan Aktaş’ın kitabı bir profiller galerisi gibi. (Görsel çalışma: Grace O’Neill)
Cihan Aktaş’ın Ayak İzlerinde Uğultu kitabındaki öykülerine baktığımızda yazarın iradesinin –belli ki bir seçim gereği– mümkün olduğunca minimize edildiğini ya da daha doğrusu görünmez kılındığını görüyoruz. Aktaş, öykülerinde bir Tanrı yazar gibi hikayenin olağan akışına neredeyse hiç müdahale etmiyor. Bu serinkanlı, metninden uzaklaşmayı bilen bir yazarın mahareti. Hatta bu duygunun/iradenin bir yazarı en çok tahrik etmesi gereken final bölümünde bile gün yüzüne çıkma fırsatı bulamadığını görüyoruz. Mesela kitaptaki öykülerden “Çürük Ayva Kokusu”nda belli ki inançlarından dolayı Türkiye’de çektiği sıkıntılar sebebiyle Amerika’ya yerleşmeyi tercih etmiş Birsen ve Mesut isminde bir çiftin hikayesi anlatılır. Hamile olan Birsen, gurbette olmaya bir türlü adapte olamamıştır; bunu öyküde tekrar edip duran “koku” saplantısıyla anlıyoruz. Mesut da ülkesine geri dönmek istemesine rağmen Birsen’inki kadar saplantılı bir özlem yaşamıyordur. Bunda elbette Türkiye’de onu bekleyen zorlukların da etkisi vardır. Öykü Mesut’un ve özellikle Birsen’in Türkiye’de yaşadıklarını, Amerika’daki hayatlarını, ikilemlerini minik olaylarla anlatıyor ve galiba yazar bu karakterin ruh halinin kesinlikle anlaşıldığından emin olduktan sonra öyküyü aynı serinkanlılıkla bitiriyor. Az önce belki de biraz havada bıraktığım tespiti açmaya çalışayım. Ne Birsen, ne Mesut ne de öykünün yan karakterleri öyle derin kırılmalar, “yalnız filmlerde olur” denilecek türden keskin kararlar alıyorlar öyküde. Aktaş adeta bir anlığına bir ülkeye, bir sorunun temsili sayılacak bir ya da iki profile kamerasını yaklaştırıyor ve görüp anladığımızdan emin olduktan sonra da yeniden uzaklaştırıyor. Bu gerçeklik duygumuzu ve karakterlerle empati kurmamızı da kolaylaştıran bir etken oluyor. Biz okumayı bıraktıktan sonra da bu karakterlerin temsil ettikleri kişiler hayatlarına devam ediyor; bu insanlar, bu sorunlar, bu durumların gerçekten varolduğuna dair hiç şüphemiz kalmıyor. Karakterlerin hayatında bir kırılma yaşandıysa bile bu öykü zamanında gerçekleşmiyor; belki geçmişte kalmış ya da etkileri hâlâ devam eden kırılmalardan bahsedilebilir.
Bu yönüyle Aktaş’ın kitabı bir profiller galerisi gibi. Aktaş sanki bir vakanüvis edasıyla toplumun çeşitli katmanlarından –ağırlıkla dindar, eğitimli– kadınların karşılaştıkları sorunları not etmiş ve okurunu bu durumlarla, bu karakterlerle tanıştırıyor. Elbette bunu becerikli bir öykücü olarak, titiz bir dil işçiliğiyle yapıyor.
Cihan Aktaş, öykülerinde bir Tanrı yazar gibi hikayenin olağan akışına neredeyse hiç müdahale etmiyor. (Görsel çalışma: Alan Rogerson)
Ayak İzlerinde Uğultu’nun 12 öyküsünün hemen hepsinin bu bakış açısıyla yazılmış olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye, İran, Amerika hattında yaşanan öyküler bu yönüyle 28 Şubat sonrasında farklı ülkelere savrulan dindar kadınların karşılaştıkları sorunları –buna kuşak çatışması dahil– anlayabilmek için de okunabilir. Aktaş, resmi tarihin aldatıcı, iktidara göre değişen, yoruma açık yapısına güvenmeyerek tarihe notlar düşüyor. Bu, yukarıda da atıf yaptığımız Sait Faik’in ünlü “Haritada Bir Nokta" öyküsündeki yazar karakterin haksızlığı düzeltemeyince verdiği o unutulmaz tepkiye de benziyor. Cihan Aktaş’ın öykülerine pek çok açıdan bakılabilir; gerek genel estetik düzey, gerek karakter yaratmaktaki mahareti, gerek devam eden hayatın önemine yapılan vurgu Aktaş’ın kitabının dikkatle okunması için iyi birer sebep sayılabilir. Öykünün bitip hikayenin bitmediği bu öyküler bize hayatın devam ettiği hatta asıl şimdi başladığını hatırlatması dolayısıyla önemli. Evet, doğru duydunuz hayat şimdi başlıyor
Yeni yorum gönder