Stephen King’i kalın romanlarıyla, o romanlardaki başkarakterler kadar önem verdiği yan karakterlerle, satır arasında anlattığı yan hikayelerle, üzerinde çok çalıştığı diyaloglarla, korkunç olayların arasına sıkıştırdığı kara mizahla tanıyoruz genellikle. Yazma Sanatı başlıklı kitabını okuduğumuzdan beri ne kadar çalışkan bir yazar olduğuna, zamanla ve hatta ölümle nasıl yarıştığına, birçok ünlü esere imza atmış olmasına rağmen hâlâ nasıl heves ve iştahla okuyup yazdığına yakından tanık oluyoruz. Kısacası bir romancı olarak tanıdığımız biri King, ama Kâbuslar Pazarı başlıklı derlemesinde görüleceği gibi, ilham meleklerini öykülerine de davet eden bir yazar. Hatta bunun savunmasını derlemenin girişinde bizzat veriyor bize. “Haklısınız, doğam gereği ben romancıyım,” diyor ve ekliyor: “Hikayelerim bir araya geldiği zaman kendimi hep sadece gece yarıları satış yapan bir sokak satıcısı gibi hissederim. Ürünlerimi sergileyip okurlarımı –yani sizleri– gelip seçin diye davet ederim… Bunlar içinde kötü rüyaların gizlendiği; uyku tutmayan gecelerde, kapadığınıza emin olduğunuz halde, ‘Odanın kapısı neden açık?’ diye merak ettiğiniz zamanlarda aklınıza takılan hikayelerdir.”
Kâbuslar Pazarı’nda korku, gerilim ve kara mizah yüklü yirmi öykü yer alıyor ama bu öykülerden iki tanesi diğerlerinden oldukça farklı bir yerde duruyor, çünkü “Kemik Kilisesi” ve “Tommy” başlıklı öyküler şiir formunda yazılmış metinler. Bu iki şiirden hareketle Stephen King’in “şairliği” tartışılır mı bilinmez, ama King, her zaman yaptığı gibi savunmasını peşinen yapıyor. Paragraflar yerine dizelerle anlattığı öykülerde yavan bir anlatımdan kaçınabildiğini belirtiyor. Nasıl yazılırsa yazılsın, öykü iyiyse eser de iyidir görüşünde. Elbette romanlarıyla “usta yazar” konumuna gelen King’in kendisini ayrıca bir şair olarak da ispatlamasına, kendi yazarlık kariyeri veya okurların beklentisi açısından bir lüzum yok, bize de bu öykü derlemesine girmiş iki şiiri farklı bir lezzet olarak yorumlamak kalıyor.
Benzer bir durum, geçtiğimiz aylarda Türkçede yayımlanan Kırılgan Şeyler adlı Neil Gaiman derlemesinde de karşımıza çıkmıştı. Aslında bir öykü derlemesi olan bu kitapta Gaiman’ın yazdığı uzun şiirler de yer alıyordu. Korku edebiyatının önemli isimlerine baktığımızda –örneğin Poe ve Lovecraft gibi ustalarda–, şiirin bir öykü anlatma aracı olarak kullanıldığını görürüz. 18. ve 19. yüzyıllarda yayımlanan çeşitli gotik romanlarda da bölümlerin arasına serpiştirilmiş şiirler çıkar karşımıza. Elbette korku edebiyatındaki bu şiirselliği 18. yüzyıldaki “mezarlık şairleri” akımına kadar götürmek mümkün. Tıpkı Gaiman gibi, King’i de bu zincirin son halkasındaki çağdaş yazarlar olarak kabul edersek, şiiri bir öykü formu olarak kullanmalarını, her iki yazarın da içinden geldikleri edebi gelenekten kopmamış olmalarına bir kanıt olarak gösterebiliriz.
Yazar adayları kaçırmasın
Aslında Gaiman’ın Kırılgan Şeyler’i ile King’in Kâbuslar Pazarı derlemesinin bir ortak paydası daha var. Her iki kitapta da öykülerden önce kısa ve bilgilendirici giriş bölümleri bulunuyor. Gaiman gibi, King de o öyküyü hangi ilhamla yazdığını, ne zaman, nerede aklına düştüğünü okuruyla paylaşıyor, öykünün perde arkasını az da olsa göstermeye çalışıyor. Hatta bu bölümlerin bazıları bize King’in Yazma Sanatı’nı hatırlatıyor; öyle ki, sadece bu bölümlerden oluşan küçük bir kitap yapılsa, özellikle yazar adayları için oldukça zihin açıcı bir eser olurdu.
Birçok altı çizilecek itiraf, gözlem ve tavsiye yer alıyor bu giriş bölümlerinde. “Bazen bir hikaye bütün olarak gelir – bitmiş halde. Ama çoğu zaman bana iki kısım olarak gelir: Önce fincan, sonra kulpu. O fincan ne kadar güzel olursa olsun, kulpu aramaya çalışmamak gerekir; onun ortaya çıkmasını beklemek zorundasınızdır,” diyor bunlardan birinde; bir diğerindeyse “Yazarların akılları tuhaf bilgilerin depolandığı bir hurda yığını gibidir,” diyerek yaratıcılığın nasıl bir dönüşümden geçtiğini anlatıyor. Başka yaklaşımlara karşı öfkesini gizlemediği yerler de var tabii: “‘Bir şey başından geçmediği için onun hakkında yazamazsın’ düşüncesinden nefret ederim,” diyor King ve hayal gücünün sınırsızlığının yanında edebiyatın empati gücünü de savunmayı ihmal etmiyor. Stephen King, bunu savunacak en önemli çağdaş yazarlardan biri, çünkü o, yazdığı korku romanlarında “öteki”yle uğraşmaktan bıkmayan, öteki olmanın veya ötekisiz olmanın dehşetini anlatmaktan çekinmeyen bir yazar. Tabii ki korku edebiyatının yaşayan en önemli yazarı olarak anılması boşuna değil, ne de olsa korku, insanı yüzleşmeye en yalın haliyle davet eden bir edebiyat türü.
Kâbuslar Pazarı’nda genellikle ölüm temasının işlendiği, sık sık kara mizahın kullanıldığı öyküler ağırlıkta. Ölümün hayatımızdaki yerini işlerken, örneğin “Kötü Hissetmek” ya da “Ölüm İlanları” başlıklı öykülerde King’in Ray Bradbury’nin karanlık ama dokunaklı dünyasından ya da Poe’nun ancak rüyalarda olabilecek olayları gerçek hayata aktarmasıyla yarattığı tekinsizlikten etkilendiğini sezmek mümkün. Gündelik hayatın bir kabus haline nasıl geldiğini anlatan öyküler bunlar. Bunların yanında kötülük ve suç gibi temaları işleyen, modern insanın ahlak ve adalet anlayışını sorgulayan düşündürücü öyküler de çıkıyor karşımıza. “Bir Ölüm”, “Kötü Çocuk” veya “Ahlak” gibi öyküler oldukça akılda kalıcı kahramanlara ve etik tartışmalara sahne oluyor. Kitabın açılış öyküsü “Mile 81” belki de en tipik King öykülerinden biri. Derlemenin en uzun birkaç öyküsünden biri olan “Mile 81,” King’in otoyol dehşetlerine aşina olan okurlar için vahşi bir korku macerası sunuyor. “Premium Harmony” ise içerdiği kara mizaha rağmen hafif bir gerilimin alttan alta final perdesine kadar yedirildiği rahatsız edici bir öykü.
Bizi, gündelik hayatın içindeki dehşetlerle ve özellikle de ölümle bir anlığına da olsa yüzleşmeye çağıran bu kısa öyküleri, gerçekliğin suratında patlayan tokatlar gibi düşünmek gerek belki. Ya da her gün bir doz alınması gereken, modern hayatın panzehirleri gibi… Stephen King, ister öykü ister roman yazarı olarak, insan ölümlü olduğu sürece okunacak bir yazar.
Görsel: Mert Tugen
Yeni yorum gönder