Josh Malerman Kafes adlı ilk romanıyla korku edebiyatına yeni bir soluk getirdiğinde, ilk merak edilen, bir devam romanının gelip gelmeyeceği ve sıradaki eserin de Kafes kadar güçlü bir kurguya sahip olup olmayacağıydı. Bu kez Gölün Dibindeki Ev adlı kısa bir romanla karşımıza çıkan yazarın çıtayı yükseltip yükseltmediğini tartışmak gerek, çünkü Malerman yeni romanında farklı bir üslup kullandığı gibi, dahil olduğu türe dair de farklı arayışlara girmiş gibi görünüyor.
Malerman, yaz mevsiminin ilk gününde tanışan ve “ilk randevu” için bir göl gezisine çıkan on yedi yaşındaki iki gencin romantik öyküsünü anlatacakmış gibi başlıyor bu kısa romana. Amelia’ya çıkma teklifinde bulunan James, onu önce yakındaki bir göle, sonra da kimselerin uğramadığı ikinci bir göle götürmeyi teklif ediyor ve Amelia’nın gölü ilk gördüğünde ağzından çıkan ilk sözcük “Büyüleyici,” oluyor. James ise hayalini kurduğu iki şeye birden ulaşmaya çalışıyor. Birincisi aşk, ikincisi ise büyülü, gizemli, doğaüstü bir hakikat. Kız arkadaşına, “Gömülü bir hazinenin, gizemli bir gemi enkazının ya da bir canavarın olduğunu” söylemenin hayalini kuruyor. Malerman, eserin büyük bölümünde her iki kahramanının da büyüleyici bulduğu bir coğrafyanın aslında sadece görsel anlamda büyüleyici değil, tam anlamıyla büyülü ve fantastik olduğunu anlatıyor. Elbette ne kadar karanlık olduğunu da…
İkinci gölde bitmiyor bu küçük romantik gezi. James’in de daha önce hiç geçmediği “tabut gibi” bir tünel, üçüncü bir göle götürüyor onları. Fantastik edebiyatta sıkça karşılaştığımız geçitlerin, kapıların, eşiklerin muadili olan bu tünel, romandaki başka dünyaların girişini temsil ediyor bir bakıma. Amelia’nın James’e sorduğu, “Hiç diğer tarafa geçmedin mi?” sorusu da tamamlıyor bu gizli manayı. Üçüncü göl, ilk ikisi gibi muhteşem bir manzara vaat etmiyor genç âşıklara. Tuhaf kokularla dolu bu bulanık ve çamurlu gölün dibinde de uğursuz bir sürpriz bekliyor onları: Suyun altında kalmış bir ev. Malerman’ın başlangıçta kurguladığı romantik öyküsü yavaş yavaş kapanıyor böylece ve yerini klostrofobik bir gerilime bırakıyor. Bu noktadan itibaren birbirini keşfeden iki gencin öyküsünün yanında ölüm korkusunu, bilinmeyenin dehşetini kendi içlerinde keşfeden iki gencin öyküsüne de odaklanmaya başlıyoruz.
Hakiki bir korku yazarı
Malerman, ilk romanı Kafes’te korku edebiyatının arketiplerinden biri olan “ev” kavramını çok iyi kullanmış, kurgusunda eve atfettiği özellikleri kahramanlarının öyküsüne çok yerinde göndermelerle yedirmişti. Örneğin, evin içindeki klostrofobik dünya ile dehşetlerle dolu dış dünya arasında bir sınır teşkil ediyordu evin duvarları. Evlerin de gözleri, yani pencereleri vardı ama onlar da insanlarınki gibi kördü, dış dünyaya kapalıydı. Kafes’i iyi bir korku romanı yapan özelliği, insanın kapana kısılmışlık duygusunu kurbanların kader ortaklığıyla, canavarı görüp onunla yüzleşmesini de körlük kavramı aracılığıyla aktarmaktaki başarısıydı.
Kafes’te en çok kullanılan sözcüklerden biriydi “ev.” Malerman’ın yeni romanı da bu özelliği taşıyor. Kahramanımız James, babasının nalbur dükkanı vesilesiyle, zamanının büyük bir kısmını en iyi inşaat yöntemleri üzerine konuşarak geçiriyor. Ev tadilatı, “bir evin tek parça halinde nasıl ayakta kalacağı,” bu göl gezisinden önce onun hayatında önemli bir yer kaplıyor. Bu yüzden de, rasyonel sorular sormaya Amelia’dan daha yatkın bir karakter sergiliyor. Amelia ise, gölün dibinde karşılaştıkları bilinmeyen dehşetle ilgili olarak bir kural koyuyor: “Nasıl ya da neden diye sormak yok.” Bu zıtlık üzerinden fantastik edebiyatın tanım kümesi için de bir tartışmayı arka planda taşımaya çalışıyor yazar. İnsan, büyülü bir hakikatle yüzleştiğinde gizemi sineye mi çekmeli, yoksa sorgulayıp büyüyü bozmaya mı çalışmalı? James’in tepkisi onu daha da dehşetli bir deneyime sürüklüyor. Amelia’nın gizemci yanının ağır basması ise, karanlık ile aydınlığın savaşında, karanlığın inkarına sebep olmuyor asla. Aydınlık, gotik edebiyat geleneğinin gösterdiği gibi, biraz da karanlığın kabulüyle geliyor çünkü.
Diğer yandan, on yedi yaşındaki iki kahramanın öyküsüyle, gerçek dünyamız ile başka dünyalar arasındaki sınırdan, romandaki tünel benzetmesiyle çocukluktan yetişkinliğe geçtiğimiz evrenin de bir yorumunu yapıyor Malerman. İki dünya arasında kalmak ile çocuklukla yetişkinlik arasında kalmanın muğlaklığını vurguluyor: “Yalnızca on yedi yaşında olduğundan James merak içindeydi. Çocukluğun büyüsünün geri dönebileceği yaşları çoktan geride bırakmıştı ve soru sormak istemeyen, bilinmezliği ve gizemleri memnuniyetle benimseyen yaşlı bir adama dönüşmesine de daha uzun yıllar vardı.”
“Ev” gibi sıklıkla kullanılan diğer bir sözcük de “karanlık.” Karanlığı romanın ikinci yarısında başrole taşıyarak, klasik korku edebiyatının mihenk taşlarının peşinden gidiyor Malerman. Yine de Gölün Dibindeki Ev’in klasik anlamıyla bir korku edebiyatı eseri olduğunu söylersek, yazarın diğer romanı Kafes’e haksızlık yapmış oluruz. Bu kısa roman, şehir fantazyası ve büyülü gerçekçilik arasında gidip gelirken, özellikle eserin ikinci yarısında psikolojik gerilim unsurlarıyla süslenmiş gibi duruyor. Ne var ki, sadece belli başlı cümlelerde bile Malerman’ın hakiki bir korku yazarı olduğunu görmek, klasik korkuyu özümsediğini, Poe’nun ve Lovecraft’ın mirasının gayet farkında olduğunu sezmek mümkün. Sanki yazar bu romanında Kafes’in getirdiği etiketten sıyrılıp, daha farklı bir kapıyı aralamak istiyor. Daha basit, daha duygusal bir öyküyü karanlıkla harmanlayıp, ortaya Murakami inandırıcılığında bir fantastik, Bradbury dokunaklılığında bir tekinsiz öykü çıkarıyor.
“Karanlık hep oradaydı. Aydınlatıldığında bile,” diyor Malerman. Gölün Dibindeki Ev, aydınlık bir öykü anlatmıyor. Tam aksine, insanın içindeki ve dışındaki karanlığı ayrı ayrı anlatıp birleştirmeye, insanın ruhundaki gölgeleri yansıtmaya çalışıyor. Tıpkı Kafes’te yaptığı gibi, hem “Evin sahibi kim?” diye soruyor hem de karanlığın kime ait olduğunu sorguluyor. Bilincimizin kendine sakladığı, dışarıya taşırmamaya çalıştığı karanlık sularda bizi boğmaya çalışıyor.
Görsel: Ali Çetinkaya
Yeni yorum gönder