Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Batı, Doğu’yu neden hep kaybeder?



Toplam oy: 1394
James Hilton
Can Yayınları

Adı üstünde “Yitik Ufuklar”... İngiliz yazar James Hilton’ın en ünlü eseri, 20. yüzyılda yavaş yavaş kendi medeniyetlerinden şüphe duymaya başlayan Batılıların, mistik doğu düşüncesine ulaşmaya çalışan hayalperestlerin ve elbette nice seyyahın başucu kitabı... 1900’lerin ilk yarısında kaleme alınan bu eser, elbette oryantalist bakış açısını kırmayı başaramıyor, ancak geriye dönüp baktığımızda, yazıldığı zamana göre son derece öncü, Doğu'nun bilgeliğine, farklı kültürlerin ve inanışların kabulüne oldukça yatkın olduğunu görüyoruz. Hatta Batılı gözle kaleme alınan pek çok güncel edebiyat eserinden bir adım önde bile denilebilir.

1937 ve 1973 tarihlerinde iki kez filme de çekilen ünlü hikayemiz, iç savaşın patlak verdiği Çin’de başlar, Çin-Tibet sınırında devam eder. Çin’in Baskül şehrindeki İngiliz konsolos Conway, onun yardımcısı Mallinson, kadın misyoner Miss Brinklow ve Amerikalı bir petrol avcısı Barnard, bir mihracenin özel uçağıyla Baskül’den kaçmak üzere yola çıkarlar. Ancak kısa süre sonra pilotun değiştiğini, bilinmeyen bir kişi tarafından bilinmeyen bir amaçla kaçırıldıklarını fark edeceklerdir. Pilot onları Tibet sınırında dağlık bir araziye indirir indirmesine ama hayatını da kaybeder. Ölürken muhakkak Şangri-La Manastırına gitmelerini söyler. Dört yolcu, hayatlarını kurtarmak için nerede olduğunu bile bilmedikleri bu tapınağa doğru yola çıkar çıkmaz bir grup keşişle karşılaşıp onların kılavuzluğunda tapınağa varırlar. Dışarıdan birilerinin gelmesini imkansız kılacak gizlilikte bir yerdir vardıkları. Sırlarla dolu, mistik ve büyüleyici... Dört yolcu, manastırdan ayrılacaklarından ne kadar eminseler, belli bir amaç için buraya getirildiklerinden de o kadar emindirler. O amacın, kısa bir süre sonra buradan ölene dek ayrılamayacakları demek olduğunu öğreneceklerdir ya, hem tapınak hem de kendileri hakkında öğrenmeleri gereken daha nice sır vardır.

Romanın kahramanı Conway, Şangri-La’ya gelir gelmez, kendisinde hissettiği tuhaflıkların manastırın Ulu Laması ile aralarındaki bağlılık olduğunu anlayacaktır. Bu doğuştan çekici ve başarılı adamın kendi toplumunda hoş karşılanmayan tutkusuz, hırssız ruhu Şangri-La’nın aradığı en önemli özelliktir çünkü. “Tutkuların tükenişi, akıl yolunun başlangıcıdır”... 160 yaşındaki Ulu Lama, burada yaşayanlara “zamansızlık” vaat etmektedir. Peşi sıra gelen ılımlı yönetim, ılımlı yasalar, ılımlı düşünce anlayışı üç yolcu üzerinde giderek Şangri-La’dan ayrılma isteğini köreltir. Conway’in yardımcısı Mallinson ise üç arkadaşının tam aksine manastırı bir hapishane gibi görmekte, kaçış için türlü planlar yapmaktadır. Ve ne yazık ki Mallinson’un planları Conway’in de Ulu Lama’nın da planlarını sonsuza kadar bozacaktır...

Şangri-La, Conway’in kayıp cennetidir aslında. Romanın başında da, sonunda da onun ellerinin arasından kayıp giden bu cennete dair büyük arayışı vurgulanır. Ancak, romanın ana izleği her ne kadar, bu arayış olsa da, hikaye içinde Conway’in burayı tam olarak neden bıraktığına dair doyurucu bir yanıt bulamayız. Bu Budist manastırın başındaki Ulu Lama’nın bir zamanlar Hıristiyan bir rahip olması ve manastırı şimdiki büyüleyici haline getirmesi ise James Hilton’ın Doğu’nun yine de onu anlayıp yorumlayacak bir Batı düşüncesine ihtiyacı olduğu kanaatinin altını çizer gibidir. Yazarın bu vurgusu ağzımızda ister istemez sası bir tat bırakır.

Peki kayıp olan Şangri-La Manastırı mıdır, yoksa Avrupalı’nın içeriğine bir türlü vakıf olamadığı mistik doğu bilgeliği mi? Conway’in peşine düşen iki yazarın karşılaştığı insanlardan aldıkları cevaplar bu sorunun her iki yüzüne de değmektedir. Kimilerine göre bu nevi manastırlarda pislik içinde yaşayan bir takım ihtiyarlar ve onların çevresinde oluşan halkın yarattığı efsaneler vardır. Kimileri ise bazı olağanüstü hal ve hareketleri gözlemlemişlerdir ya yine de doğrunun ne olduğunu tam olarak bilemezler. Neticede Batı’nın asla bulamadığı, bulsa da hızla kaybettiği bir Doğu’dur söz konusu olan.   

Beklenti seviyenizi fazla yüksekte tutmayıp bugün Doğuluların bile artık kendilerini Batı gözüyle görüp değerlendirdiklerini unutmadan okursanız “Yitik Ufuklar”, son derece keyifli, bir solukta bitireceğiniz, hafif mistik bir macera romanı.  Üstelik de, Batı medeniyetinin Doğu’yu anlama yolunda attığı ufak adımların tarihçesinde önemli bir dönüm noktası...

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.