Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Bir Auster vardır Auster'da Auster'dan içerü



Toplam oy: 1425
Paul Auster
Can Yayınları
İlk günlük tutmaya başladığında günlüğünün sayfalarında kime sesleneceğini bilmediğini, insanın kendi yaşadıklarını kendine anlatmasının manasız olduğunu düşünmüş Auster. Ancak bu kitabı yazarken idrak etmiş, günlük yazarken seslendiğimiz kişinin gelecekteki kendimiz olduğunu.

Herkes kendiyle ilgilenir ama sadece bazılarımız kendiyle ilgilenmeyi iş edinir. Paul Auster'ın durumunu özel kılan şey, kendiyle çok fazla ilgilenmenin ona kendiyle çok fazla ilgilenmemesinin daha iyi olacağını öğretmesi. En azından İç Dünyamdan Notlar'dan çıkan sonuç bu. Zihnimiz söz konusu olduğunda bırak dağınık kalsın demek en iyisi yoksa kafayı yemek işten bile değil. Yazarın kendi ruhunu deşmesi, büyük teorilerle boğuşması, söz sanatlarıyla cebelleşmesi filan iyi güzel de onu sanatçı yapan asıl şey kolarını sıvayıp yaşamayı seçmesi. Kierkegaard'ı yavaşça masanın üzerine bırak şimdi, git Fatih'te bir kahve iç, sokaklarda gez, insanlara bak. Şayet kendi zihninin konforlu karmaşasından dış dünyanın bilinmezliğine doğru o ilk adımı atamazsan, iç dünyandan notlar bilgisayarının not defterinde bir sır olarak kalacak, dost acı söylermiş.

 

Auster'a göre bir dünya var bir de zihnimizin içinde bir başka dünya. Zihnimizin gerçek dünyanın içinde olduğu ne kadar doğruysa gerçek dünyanın da zihnimizin içinde olduğu bir o kadar doğru. Birbirine açılan kapılar söz konusu: Bir tuvalette birbirini yansıtarak sonsuza kadar giden aynalar gibi düşünebilirsiniz durumu. Bu geçişlilik durumu, yazarın benliğini yazma işinin tam kalbine yerleştiriyor. Karşılıklı yerleştirilmiş de olsalar, biri onlara bakmadığı sürece aynaların birbirlerini yansıtmadığını iddia edebiliriz pekala. Bu yüzden de Auster için benliğiyle ne yapacağı hayati bir mevzu. Foucault'nun Batı epistemolojisi ve ontolojisinin merkezine yerleştirdiği "kendiyle alakadar olmak" ve "kendilik teknolojileri" Auster'ın kendiyle olan hesaplaşmasını da biçimlendirmiş. İlk defa benliğinin, herkesten farklı bir ben olduğunun farkına vardığı anı hatırlamaya çalışıyor (Bu da ister istemez insana şöminesinin önünde tefekkür halindeki Descartes'ı ve onun benliğini inşa etme sürecini hatırlatıyor).

 

Auster İç Dünyamdan Notlar'da bu hatırlanan (ve aslında inşa edilen) bene, ikinci tekil şahısla sesleniyor. Biz de buradan kendisine Yunus Emre'nin ölümsüz sözleriyle seslenelim: "Beni bende demen ben bende değilem / Bir ben vardır bende benden içerü." Auster'ın kendisinden "içerü" Auster'a bakma sürecinin çeşitli safhaları var. Safha bir: Adamımız on iki yaşına kadarki düşüncelerinin bir özetini yapmaya çalışır; makasların ve çaydanlıkların ve gözlüklerin dahi kendi hayatlarına sahip oldukları ilk izlenimleriyle başlar bu evre. Yazarın benliğiyle alakadar olmasının sebebi kendini çok önemsemesi değil bilakis kendisini herkesle aynı yani herkesten farksız biri olarak görmesidir. Descartes-vari keşif anı da bu kısma dahildir. Yaş altı. İçinden bir ses adamımıza yaşamak güzel şey be Paul diyor. Altı yaşımdayım ve altı yaşımda olmak çok güzel. Sene 1953. HG Wells'i çok sevdiğini hatırlıyor, Dünyalar Savaşı'nın filmini izlediği günleri anlatıyor. Ayrıca o günlerde içselleştirdiği hayat kurallarını da unutamamış: annene cevap verme, ellerini sabunla güzelce yıka, yalan söyleme, yatmadan evvel dişlerini güzelce fırçala, falan filan.

 

Auster'ın ilk yılları (pek çoğumuzunki gibi) iyi insanlar tarafından yönetilen iyi bir ülkede yaşayan iyi bir çocuk olduğu yanılsamasıyla geçmiş. Kitabın sonunda, memleketini idare eden aydınlanmış beyazların o ülkenin çağdaş medeniyetini Kızılderililer ve Afrikalıların hayatları ve özgürlükleri pahasına kurduklarını idrak etmiş bir Auster çıkıyor karşımıza. Gençliğinde ülkeyi yönetenlerin özgürlüğü yaymak gerekçesiyle batı dışı toplumlarda darbeler tertiplediklerini idrak etmiş bir Auster bu. O dönemki sevgilisi (ve sonra da ilk eşi) Lydia Davis'e yazdığı mektuplardan sonuncusunda, yeni tanıştığı ve iç çamaşırı giymediğini keşfettiği bir kızla sabaha kadar nasıl seviştiklerini anlatacak birine dönüşmüş bir Auster. İlk defa benliğinin farkına vardığı günden hayata atılmaya karar verdiği döneme dek yaşadığı seyahatin "iç"ten "dış"a uzandığını tespit ediyor. İçten dışa yapılan seyahatin en hayati bölümlerini ise kitaplar değil filmler oluşturmuş.

 

Auster'ın hayatını manalı kılan şey, bir sezgiydi

 

 

Filmler Auster için seyredilen şeyler değil yalnızca. Hatırlanan, anlatılan, aktarılan ve yazılan şeyler aynı zamanda. Columbia Üniversitesi'ndeki eğitimine devam ederken bir hocaya uyuz olup okuldan ayrılmaya karar verdiğinde film senaryosu yazmanın onu kurtaracağını düşünmesinden belli bu. Ya da bütünüyle Auster'la alakalı olduğunu düşünerek okuduğumuz İç Dünyamdan Notlar'ın bir bölümünün iki filmin olay örgüsüne ayrılmış olmasından. Merleau-Ponty'nin hayatta en önemsediği filozof olduğunu, fenomenolojiyi hayat anlayışının kalbine yerleştirdiğini söyleyen biri için şaşırtıcı bir durum değil bu. Fransız Yeni Romanı'ndan ve Alain Robbe-Grillet'nin tarihsellikten, psikolojiden soyutlanmış, sonsuz bir şimdiki zamanda geçen anlatılarından etkilenmiş birinin, bütünüyle şimdiki zaman, oluş ve görüntüye dair bir sanat olan sinemada kendini ifade etmesi de şaşırtıcı değil. Bence asıl şaşırtıcı olan şey, Auster'ın aslında başarısız bir sinemacı olduğunu, gençlik yıllarında bütün umutlarını sinemaya, yazdığı senaryolara bağlamış olduğunu bizim geç keşfetmemiz. Auster'ı kendi yazdığı senaryodan Wayne Wang'ın çektiği Duman filmi vesilesiyle tanımış, bizzat yönetmen koltuğuna geçtiği Köprüdeki Lulu'yla sevmiş olanlarımız için bile şaşırtıcı bir keşif bu. Auster'ın sinemacı olarak başarısızlığı, hayatının, yaratıcılığının, yazarlığının çok mühim bir parçasıymış meğer.

 

George Orwell'in Paris ve Londra'daki gençlik günlerinde yaşadığı yoksulluğu anlattığı kitabındaki dünyaya aşina Auster. Arkası sağlam kişilerin "loser" diyerek küçümsediği kişilerden biri olmuş, tıpkı Orwell gibi. Cebinde beş frankla açlığın eşiğine ulaşmış halde Paris sokaklarında gezerken bir yandan da 1844 El Yazmaları'nı okumayı ihmal etmiyor. Aradan zaman geçiyor ve Auster en sonunda, kafasındaki dünyadan vücudunun içinde bulunduğu dünyaya çıkmasını sağlayan adımı atmasının bu yoksulluk sayesinde olduğunu anlıyor. Üniversitede içten içe uyuz olduğu hocaların asistanlığını yapmaktansa Dali'nin rol alacağı bir filmin senaristiliğine soyunmak, Amerika'daki Poetry dergisine orada yayımlanması hayallerini kurduğu şiirlerini göndermek, romanlar yazmak… Dışarıdan bakıldığında, güzelim eğitimini heba etmiş, yaşamı bilinmezlikler içinde geçmeye mahkum, mükemmel bir "loser". Gençliğindeki bu "loser" halinin ne kadar kıymetli bir şey olduğunu henüz keşfetmemiş bir "loser" hem de. Manhattan'da kültür endüstrisinin parçası olabilecek, metin yazarlığı yapabilecek, kadrolu güzel bir iş bulabilecekken meteliğe kurşun atması, "kendiyle alakadar olmak"la geçmiş bir hayatın kaçınılmaz bir sonucu olarak da okunabilir pekala. Kendisine, benliğine, gelecekteki haline yönelik sadakati olarak da. İlk günlük tutmaya başladığında günlüğünün sayfalarında kime sesleneceğini bilmediğini, insanın kendi yaşadıklarını kendine anlatmasının manasız olduğunu düşünmüş Auster. Ancak bu kitabı yazarken idrak etmiş, günlük yazarken seslendiğimiz kişinin gelecekteki kendimiz olduğunu. Bu kitapta tarif ettiği gençlik yıllarını belli bir değer sistemine göre yaşayan bu genç adamın hayatını manalı kılan şey, gelecekteki kendisinin ona bakıp hayatını anlamlandıracağına yönelik belli belirsiz sezgisi olmuş olsa gerek.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.