Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Bir çocuk mültecinin hikayesi



Toplam oy: 1510
Genç Enayet'in huzurlu bir sığınak bulabilmek için yaşadığı tecrübeleri kendi gözünden anlatımı, okuyucuya kaçak göçmen yaşantısının zorluk ve trajedileri hakkında berrak bir portre çiziyor.

Denizde Timsahlar Var’da Fabio Geda, Enayetullah Akbar’ın hikayesini anlatıyor. Enayet’in Afganistan’dan yola çıkıp Pakistan, İran, Yunanistan ve Türkiye’yi katederek İtalya’da nihayetlendirdiği kaçak yolculuğun; çocuk bir mültecinin gerçek ve çarpıcı hikayesi... Genç Enayet’in huzurlu bir sığınak bulabilmek için yaşadığı tecrübeleri kendi gözünden anlatımı, okuyucuya kaçak göçmen yaşantısının zorluk ve trajedileri hakkında berrak bir portre çiziyor.

 

Afganistan’daki Sünni-Peştun (Taliban) çoğunluğun baskısı altındaki Şii-Hazara’lardan müteşekkil bir köyde başlıyor her şey. Anti-modernist Taliban’ın modern eğitim veren Hazara okullarını basıp öğretmenleri taraması ve benzeri vahşi pratikleri, sonunda Enayet’in babasının canını da alıyor: “Mecbur bırakmak için babama şöyle dediler: ‘İran’a bizim için mal almaya gitmezsen aileni öldürürüz. Mallarla kaçarsan aileni öldürürüz. Eksik ya da hasarlı malla gelirsen aileni öldürürüz. Bizi dolandırırsan aileni öldürürüz. Kısacası, herhangi bir şey kötü giderse aileni öldürürüz.” Peştunların mecbur kıldığı nakliyat işinde bir gece kamyonu eşkıyalarca durdurularak babası öldürüldüğünde altı yaşındadır Enayet. Ve Peştunlar dediklerini yapmak, yani ölü adamın ailesine “bedel” ödetmek için geldiklerinde annesi Enayet’i Pakistan’a kaçırır ve Enayet’in ülkeleri, hatta kıtaları katedeceği serüven annesinin bir gece onu kaldıkları otelde terk etmesiyle başlar. “Aslında annemin gerçekten çekip gideceğini sanmıyordum. Hele ki on yaşındaysanız ve o, sizi uyutmadan önce göğsüne her zamankinden daha sıkı bir şekilde yaslayıp bir şeyler anlatmışsa...”

 

Oliver Twist banalliği

 

Öylece bir köşede kalan Enayet, kısa sürede uyum sağlama kabiliyetlerini keşfederek Pakistan’da çaycılıktan tüccarlığa birçok işe girer. Ancak İran’da daha iyi fırsatlar olduğunu duyunca, Batı’ya doğru yolculuk etmeye başlar. (Pakistan’dan İran’a geçerken defalarca kez soyulacak, dayak yiyecek ve sınır dışı edilecektir.) Trajiktir bu yolculuklar. İran ve Türkiye arasındaki dağlarda üç gün boyunca, dondurucu soğukta yapılan yürüyüş esnasında açlıktan ölenler, Türkiye’den Yunanistan’a bir şişme bot üzerinde geçmeye çalışırken boğulan el kadar çocuklar, polisler, dayaklar, köpekler, silahlar ve ölüm... Enayet, bütün bu karanlıklara rağmen, insanın yüreğini aydınlatan o umut sayesinde hayata tutunmayı başarır.

 

Enayet’in afacan-neşeli şevki, anlatıyı “trajik kahraman” atmosferinden uzak tutarak onu modern bir Oliver Twist banalliğinden kurtarıyor. Anlatıyı taşıyan unsurlardan bir diğeri de, Enayet ile İtalyan romancı Fabio Geda arasındaki diyaloglar. Geda, söz konusu diyaloglarda Enayet’i, hayatındaki insanları ve gördüğü yerleri daha detaylı anlatmaya çağırır ve onun kişiler ile mekanlar üzerinde yeterince durmadığını ima eder. Enayet ise bir anlatıcı olarak buna yanaşmaz ve önemli olanın hikaye ve yaşananlar olduğunu söyler. Bu “çekişme”nin sonucu, metnin sonunda, trajediler karşısında bir çocuğun bilincinin oluşturduğu savunma mekanizmalarının anlatıyı biçimlendirdiğine dair adeta bir itirafa dönüşecektir...

 

Defterimdeki not

 

Bu noktada bir anekdot aktarmak istiyorum. İki ay önce bir akşamüstü, çalışmaktan yorulduğum için evden dışarı çıkıp apartmanın girişindeki soğuk mermere oturarak sokağı izlemeye başlamıştım. Gelip geçenlerin yüzlerini inceledim, köşedeki berberden gelen kahkahalara imrenerek kulak kabarttım. Bu esnada sokağa eprimiş kıyafetlerle, saçları birbirine girmiş genç bir adam girdi. Kaygı içindeki yüzüyle bir süre sokağı inceledi, sonra emlakçıyı gözüne kestirdi. Dükkanın önünde girip girmemek için bir an tereddüt ettikten sonra tam kapıyı açmaya davranacaktı ki emlakçı (kendisinden önce göbeği) dışarı fırladı. Hırpani adama ne istediğini sordu, belli ki görünüşünden rahatsız olmuştu. Arapça bir şeyler söyledi adam; çaresizlik içinde ellerini kaldırdı ve el hareketleriyle yemek istediğini, çalışmak istediğini anlatmaya çalıştı. Suriyeli olduğunu anladık.

 

Bizim emlakçı öfkeyle dediklerinden hiçbir şey anlamayan mülteciye, “Git seni buraya getirenlerden iş iste!” gibi laflarla azarlayarak gönderdi. İktidara olan tüm öfkesini (ki kuvvetle muhtemel ben ondan da öfkeliydim) üzerine kustu. Bir süre sonra Suriyeli pes etti, omuzları düştü, gözlerini gökyüzüne dikip sanki Tanrı’ya “Neden?” dercesine soran, izledikçe içimi kavuran kederli bir ifadeyle ilerledi. Oturduğum yerden fırlayıp yanına gittim, aç olup olmadığını sordum. İngilizce anlamadı, sonra beceriksiz el hareketleriyle anlattım. Koluna girerek onu eve çıkardım. Yabancı bir yerde olmanın ürkekliğini üzerinden attıktan sonra iştahla yemek yedi, ardından muhtemelen uzun zamandır dokunuşunu unuttuğu sıcak suyun etkisiyle salondaki koltukta uyuyakaldı. Sabah uyandığımda gitmişti; bir şey demeden, bir şey istemeden çıkmasına şaşırmıştım. Çalışma defterimdeki Arapça notu öğlen fark ettim. Bir hafta sonra notu defterden koparıp Arapça bilen birine gösterdiğimde şu şekilde tecüme etti: “Ailemi savaşta kaybettim. Avrupa’ya gitmeye çalışacağım. Allah razı olsun, hep duacın olacağım. – Faysal”

 

Enayet’in hikayesini okurken, Faysal’ın yüzü tekrar gözlerimin önüne geldi. Hemingway, “Eğer hikaye doğruysa, dürüst ve naifse anlatı kötü değildir,” der. Denizde Timsahlar Var bu sözlerin mührü olduğu gibi, bugünlerde sokaklarımızda sıklıkla rastladığımız mültecileri de, politik görüşlerimizden sıyrılarak, birer insan olarak anlayabilmemiz için bize bulunmaz bir fırsat sunuyor.

 

 

 


 

 

* Görsel: Hanane Kai

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.