90'lı yılların sonlarına doğru birkaç yayınevi bir araya gelerek “Kelepir” adlı kitap mağazaları kurmuşlardı. Genellikle büyükşehirlerde ve üniversitelerin yoğun olduğu kentlerde açılan bu kitapçılarda yayınevleri, stoklarındaki kitapları oldukça uygun fiyatlara satarak eritiyorlardı. Hatta kapısına çoktan kilit vurmuş yayınevlerinin kitaplarını da burada bulmak mümkündü. Karen Blixen'in Ölümsüz Öykü adlı kitabıyla ilk orada karşılaşmıştım. Yazarı hiç tanımıyordum, edebiyat dergilerinde, Cumhuriyet gazetesinin kitap ekinde bile adına rastlamamıştım. Google'ın ne olduğunu bilmediğimiz zamanlardı... Ama Kelepir'den kitap almak için yazarı tanımak, okuyanlardan bilgi almış olmak gerekmiyordu. Satılan kitaplar zaten ucuzdu. Kitapların sigara fiyatlarıyla oranlandığı zamanlardı ve bir paket sigara fiyatına üç dört tane kitap alıyordunuz. Beğenmezseniz bile yakın bir arkadaşın doğum günü imdada yetişir, kitap elde kalmaz, bir arkadaş da sevinmiş olurdu.
Ada Yayınları tarafından yayımlanmıştı Ölümsüz Öykü... Alır almaz okumuş ve kitaba ismini veren öyküye hayran kalmıştım. Günlerce o hikayeyle dolaştım zihnimde. Gördüğüm herkese kitabı öneriyor ve hikayeden bahsediyordum. Kitap büsbütün bulunmaz hale gelince herkese ödünç vermeye başladım ve her ödünç verilen kitap gibi bir süre sonra kaybolup gitti Ölümsüz Öykü... Yıllar geçerken “Karen Blixen” ismi hafızamdan silindi... Yazarın ismi kaybolduğu gibi kitabın adını da unuttum zamanla ama hikaye tümüyle zihnimdeydi. Ne zaman iyi bir hikayeden bahis açılsa hemen anlatmaya başlıyordum. Merak ediyordum kim biliyor kim bilmiyor diye...
Kenan Işık'ın İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları'nda görev yaptığı dönemde yönettiği bir oyuna davet edilmiştim. Mehmet Atak'ın oynadığı oyunun ismi Ölümsüz Öykü'ydü. Oyunun adı çok tanıdık geliyordu. Aklımın ucundaydı bu isme dair bir şeyler ama bir türlü hatırlayamıyordum ne olduğunu. Afişinden yazarın ismine kadar her şey tanıdık geliyordu... Oyun başladığında sahnede benim yıllardır sokak aralarında, öğrenci evlerinde, lise ve dengi okulların bahçelerinde bir şişe kötü şarap eşliğinde anlattığım hikaye vardı. Oyunu sanki ben anlatıyormuşum gibi izledim. Ama bir eksik vardı. Yıllar önce okuyup yıllardır anlattığım, neredeyse benim olmuş olan, hikaye değildi sahnedeki. Yönetmenin, oyuncunun, dramaturgun düşleri değmişti ona. Sanki bambaşka olmuştu.
Bir hikayenin tiyatro sahnesine aktarılırken farklılaşmasının ne ilk örneğiydi bu ne de son olacaktı. Pek çok yönetmen okudukları kitaba hayran olacak ve onun tiyatro sahnesinde nasıl duracağını merak edecekti. Bazıları tiyatro oyunlarına güvenmeyerek öykülere el atacaktı. Ve böylelikle hikayeler değişecek ve başka bir sanat disiplininin altında boy gösterecekti... Tıpkı Mekan Artı'nın prömiyer yapan oyunu Şahmeran'ın Bacakları gibi... Murathan Mungan'ın Cenk Hikâyeleri adlı kitabının lokomotif öykülerinden biri olan “Şahmeran'ın Bacakları,” Ufuk Tan Altunkaya tarafından sahneye uyarlandı. Oyunun yönetmenliğini de yapan Altunkaya'ya oyuncu olarak Cansu Dağ, Elit Çam, Gülay Hayır, Mehmet Ali Gümüş ve Murat Baykan eşlik ediyor.
Murathan Mungan'ın şahmerancının çırağı İlyas ile başlayan hikayesi Ufuk Tan Altunkaya elinde Danyal'ın oğlu Camsap'ın öyküsüne dönüşüyor. Altunkaya; Murathan Mungan'ın vaktiyle anlattığı Şahmeran masalını bir kez daha anlatıyor izleyiciye. Şahmeran'ın Bacakları'nın sahnedeki hali, öykünün teatral bir tekrarından ibaret diyebiliriz. Hatta eksiği var fazlası yok... Murathan Mungan'ın anlattığı hikayenin üzerine fazla bir şey koymadan anlatıyor Altunkaya'nın denetimindeki beş oyuncu. Hikayenin okura sağladığı soyutlama ve canlandırma özgürlüğünü boş sahne ile vermeye çalışıyor yönetmen. Dekor kullanmadan, kostüm değiştirmeden, anlatıcı Şahmeran'a, Şahmeran hikaye anlatıcısına dönüşüyor ve bu diğer karakterlerce de tekrarlanıyor... Kısaca Şahmeran'ın Bacakları, hikaye dinlemeyi sevenleri memnun edecek olan beş kişilik bir modern meddah gösterisi gibi de izlenebilir.
Romanın, öykünün ya da herhangi bir eserin yaratıcı ellerde biçim değiştirmesinden yanayım. Edebiyatın sinemada boy göstermesi sadece sinemanın çektiği bir konu sıkıntısının ötesindedir bence. Edebiyatın modernize olmaya çalışması olarak da değerlendirilebilir bu. Resmin edebiyata, çizgi romanın sinemaya, tiyatro oyununun romana ve daha aklınıza gelecek bütün dönüşümler mantıklıdır. Ama tek bir soru var burada. Ortaya çıkan bu melez eseri nasıl algılamak gerekir? Mesela Murathan Mungan'ın “Şahmeran'ın Bacakları” adlı öyküsü Ufuk Tan Altunkaya ve ekibinin eli değdikten sonra gerçekten aynı eser midir? Ortaya çıkan eseri artık bir tiyatro oyunu olarak mı değerlendireceğiz, yoksa Murathan Mungan'ın bir öyküsü olarak mı? Eğer Murathan Mungan'ın bir öyküsü olarak değerlendireceksek hem öykünün kendisine hem de ortaya çıkan yeni esere haksızlık etmiş olmayacak mıyız? Bence olacağız ve ben bu yüzden Şahmeran'ın Bacakları'nı, sahnelendiği sürece sadece bir tiyatro oyunu olarak algılamaktan yanayım. Hatta tam olarak tiyatro olamamış bir oyun; bir performans olarak düşünmekte fayda görüyorum. Ama Ufuk Tan Altunkaya ve ekibi Murathan Mungan'ın ağırlığını bir türlü oyunun üzerinden atamamış. Öyküyü sahneye aktarıp bir masal atmosferi kurmak ve tiyatronun olanaklarını kullanmak yerine hikayeyi mümkün olduğunca aktarmaya çalışmışlar. Olduğu gibi, değiştirip yenilemeden... Bu yüzden de ne yeni bir oyundan ne de eski bir öyküden bahsedebiliyoruz Şahmeran'ın Bacakları'nı izlediğimizde...
Ama yine söylüyorum, bir hikaye dinlemeyi seven biri için oyun biçilmiş kaftan; neticede Eduardo Galeano’nun da dediği gibi: “Hikayeler anlatılırken, bitkiler büyümeyi bırakır ve kuşlar yavrularını beslemeyi unuturlar.”
(Yazının manşet görselindeki Şahmeran adlı eserin telif hakları ressam Ayşegül Yeşilnil'e aittir. İzinsiz kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz, satılamaz.)
Yeni yorum gönder