Düşün ki bu şaşkın gezegende yaşayan tek insansın. Herkes gitmiş. Nereye, bilmiyorum. Nasılını da... Elimizdeki tek akıl seninki. Ancak, Ben Efsaneyim filmindeki gibi bir durumdan bahsetmiyorum tam olarak. Kendini bomboş sokaklarda tek başına yürürken hayal etmekten fazlası. Başka bir yalnızlık. Kendini içinde tek başına bulduğun fiziksel boşluktan ziyade, insanlık tarihinde o güne dek üretilmiş ya da yaratılmış her şeyin karşısındaki tek özne sensin. Metropolitan Müzesi'ndeki ya da Tate Modern'deki bir tablonun tek seyircisi. Anna Karenina'nın tek okuru. Tüm felsefe kuramlarının tek muhatabı sensin o vakitten sonra. Milyarlarca yıldır insan aklının yarattığı kültür birikimi tek başına senin omuzlarında. Ağır bir yük bu. Entelektüel bir yalnızlık hissediyorsun. En güçlü duygun bu. Konuşacak kimsen yok. Kendini anlatacak ve seni anlayacak kimse. Birilerini arayıp bulmak ve yolculuk yapmak üzere deposunda benzin olan bütün arabalar senin. Bütün yollar. Bütün şehirler. Bütün müzeler. Bütün sahil kenarları. Ama kimse yok. Leningrad boş. New York boş. Amsterdam boş. Londra boş.
54 yayınevi tarafından reddedildikten sonra 1988 yılında basılan Wittgenstein'ın Metresi, ellisine merdiven dayamış, menopoza girmek üzere ve "dünyadaki son insan" olan Kate adında bir kadının hikayesi. Aslında hikayeden ziyade Kate'in deliliğin sınırlarında gezinen dipsiz yalnızlığından mürekkep kendiyle yaptığı uzun, dallı budaklı, inişli çıkışlı, kafası epey karışık bir konuşma bu. Bu uçsuz bucaksız bilinç akışı bizi Kate'in gezegendeki mutlak yalnızlığının gerçekliğine okur olarak fazlasıyla ikna ediyor ancak kitabın tekinsiz kurgusu ve Kate’in susmak bilmeyen, daldan dala atlayan iç sesi bunun bir hissediş olduğu şüphesini de her daim canlı tutuyor. Kate'in yalnızlığının reel bir yalnızlık olmasına inanmakta özgürsünüz. Beri yandan Kate'in oğlunu küçük yaşta kaybetmiş, menopozun sınırında bir kadın olduğu bilgisi ve her cümlesinden anlaşılan varoluşsal kederi, okuduklarınızın hayatın dışına itilmiş ve bir sahil evinde daktilosunun başında oturup kendisiyle konuşan "deli" bir kadının kafasının içindekiler olabileceği olasılığını da her daim hissettiriyor. Bu fikir, kitap boyunca aklınızın bir köşesinde sallanıp duruyor.
Kuramsal bencillik
Hakkında çok sayıda makale yazılmış olan kitapla ilgili okumalar yaparken, Kate’in durumuyla ilgili olarak bir yazıdaki “solipsizm” vurgusu ilgimi çekti. Biz sıradan insanların “tek başınalık” olarak adlandırdığı halin, filozofların dünyasındaki karşılığının “solipsizm” olduğunu söylüyordu yazar (bu fikri nerede okuduğumu, yazarın da kim olduğunu not almamışım ne yazık ki). Yani Kate’in ruh durumunun “kuramsal bencillik” olduğundan bahsediyordu: Varlığı “ben”in tasarımları olarak dile getiren bu felsefi görüşte “öznel ben”, varlık olarak kabul edilen tek gerçeklik. Yani, “benim zihnimden ve zihni durumlarımdan ayrı olarak varolan bir şey yoktur.” Bu görüşten izler taşıyan Descartes’ın penceresinden bakarsak kitaba, Kate’in dünyası biraz olsun aydınlanıyor: “Düşünüyorum, öyleyse varım...”
Yine de Kate’in “gerçek” vaziyetini bilmek o kadar da mühim değil. Çünkü sonuçtan çok, sürece yakın tutuyor bizi kitabın yazarı David Markson. Tıpkı kitabın adında anılan Avusturyalı filozof gibi, hunharca dilin sınırlarını yokluyor ve "eti senin kemiği benim" diyerek edebiyatı felsefenin kucağına bırakıyor. Ludwig Wittgenstein, Wittgenstein’ın Metresi’nde bir karakter değil. Ama hayaleti satır aralarında dolaşıyor: “Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarını belirler,” diyen filozofa göre özne dünyanın içinde değildir. Ona göre “dünya benim dünyamdır.” Peki o vakit bir insan bir diğerine bir dizi kelime sıralayarak nasıl bir şey söyleyebilir ve beriki onu nasıl anlayabilir? Ya diğerleri yoksa? Wittgenstein’ın Metresi’nin her satırında filozofun bu damıtıp anlatması zor fikirleri yankılanıyor.
Kate eski bir ressam. Sanat, sanat tarihi, felsefe ve edebiyat konusunda çok fazla şey biliyor. Genel bilgilerin dışında detaylara takık ama zehir gibi bir akıl onunki. Geçmiş ve şimdi arasında sert manevralar yapıyor. Bir hayatın biriktirdiği entelektüel yığını boca ediyor sanki üzerimize. Asla kendinden emin bir akıl değil Kate’inki. Anlattığı şeyi bir sonraki paragrafta ya da birkaç sayfa sonra, “Belki de öyle olmamıştı,” diyerek tersine çevirebiliyor. Bu da bir örümcek ağı gibi örülmüş, aslında bir nevi sayıklamalardan ibaret kitabı sonsuz sayıda parçalara ve anlara bölüyor. Zemin sık sık ayağınızın altından kayıyor. Ama günün sonunda kitaba uzaktan baktığınızda, gördüğünüz kusursuz bütün karşısında, Markson’un bir yazar olarak çılgının teki olduğunu düşünüyor, bu çok zor kurguyu nasıl bunca maharetle dokuduğuna şaşırıyor ve önünde saygıyla eğiliyorsunuz. Wittgenstein’ın Metresi kolay bir kitap değil. Her okurun elinde başka bir esere dönüşecek çok katmanlı bir metin. Daha ilk satırdan sizi, size özel, biricik bir yolculuğa çıkarmayı vaat ediyor.
Daha az yalnız
Bitirmeye yakın, bu kitap için “Deneysel kurgunun zirve noktası,” demiş David Foster Wallace’tan bir alıntı paylaşmak istiyorum. Wallace’ın cümleleri benim anlatmaya çalışıp da bocaladığım şeyi şahane özetliyor: “Gerçek dünyada hepimiz acı çekiyoruz, empati imkansız bir şey. Ama kurmaca bizi bir karakterin acısını hayali ederek anlamamızı sağlıyor ve böylece başkalarının da bizim acımızı anlayabileceğini daha kolay tasavvur edebiliyoruz. Bu insanı besleyen, kurtaran bir şey, bizi içimizde daha az yalnız yapan bir şey.”
Bazen iki kitap tesadüfen, bazen de bilinçli olarak yan yana düşüyor kitaplığımda. Wittgenstein’ın Metresi’ni okuyup Tractatus Logico-Philosophicus’un yanına koyuyorum.
* Görsel: Erhan Cihangiroğlu
Yeni yorum gönder