Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Cinsiyetçi gözlükler kırıldığında



Toplam oy: 826
Edith Wharton // Çev. Pınar Dinçkurt
Alakarga
Karşımıza her kıtada ve her cinsiyetten çıkabilecek, hayatın bulandırdığı türlü meseleyle baş etmek zorunda kalmış karakterlere, androjen bir bakışla can veren bir yazar var. "Bir kadın yazar" ile değil, bu yazarla tanışmak isteyen tüm edebiyat severlere keyifli okumalar...

İç Savaş sonrası Amerika Birleşik Devletleri'ndeyiz... Ekonomi alanında hızlı ve açgözlü atılımların gerçekleştiği, dış ilişkilerin genişleyip diğer ülkeler üzerinde tahakküme, modanın etkili bir endüstriye dönüştüğü, orta ve üst sınıfın ahlaki kodlarının materyalizm içinde ölçülmeye, sanatın kurumsallaşmaya başladığı bir dönemden bahsediyoruz. Böyle bir zamanda edebiyat yapan Edith Wharton’dan ve onun eserlerinden bahsedildiğinde, karşımıza çıkan ilk klişe "sosyetenin ikiyüzlü ahlakının boğduğu kurbanları anlatan kadın yazar" ifadeleri oluyor. Kodlamaya sevdalı Türkiyeli edebiyat eleştirmenleri "bir kadın yazar" ibaresini kullanmayı zaten pek seviyor. Galiba artık cinsiyet ve feminizm temelli okumalara yeni bir gözle bakmak ya da edebiyatı değerlendirirken dünya üzerindeki büsbütün farklı kapıları da açmaya çalışmak gerekiyor. Tezer Özlü hakkındaki bir sempozyumda, yazarın kardeşi Sezer Duru da dinleyicilerden gelen "kadın yazar" olmakla ilgili bir soruya haklı bir tepki vermiş, Tezer Özlü'nün böyle bir tanımlamayı asla kabul etmeyeceğini, "erkek yazar Thomas Mann" gibi bir ifadeyi hiçbir zaman kullanmayacağımızı söylemişti.

 

Öte yandan Henry James, Edith Wharton için "karalama prensesi" ifadesini, Wharton ise James için "aziz" ifadesini kullanıyordu. Biri erkek diğeri kadın, iki yazar birbirlerine bu şekilde hitap ederken cinsiyetçi güdülerden çok, yazarlıkları ve fikir dünyaları bağlamında konuşuyordu şüphesiz. 1900-1915 yılları arasındaki mektuplaşmalarında da bunu gözlemlemek mümkün. Wharton'ın Pulitzer ödülü alan, sinemaya da Martin Scorsese tarafından başarılı bir şekilde uyarlanan Masumiyet Çağı ile Keyif Evi adlı romanları, elbette kadının Wharton’ın konu ettiği dönemdeki yerini sorgulatmaya müsait, önemli karakterler barındırır. Ne var ki, modern Amerikan ve Dünya edebiyatının kilometre taşlarından biri olan bu yazarı, sadece bu konu üzerinden değerlendirerek "bir kadın yazar" diye etiketlemek, sığlık ve köstekten başka bir şey değildir. Öyleyse Wharton'ın romanlarını bu defa erkek karakterleri de mercek altına alarak okumaya ne derdiniz?

 

Androjen gözlükler

 

Wharton'ın edebiyatı söz konusuyken, en çok üzerinde durulması gereken şudur ki, Edith Wharton insan psikolojisi, toplumun mevcut hali gibi konularda cinsiyetlerüstü bir yaklaşıma sahiptir. Türkçeye ilk kez çevrilen,1908 tarihli öykü kitabı Keşiş ve Yabani Kadın, bu durumu gözlemlemek için oldukça uygun bir eser. İki temel cinsiyetin en keskin şekilde karşı karşıya ve yan yana geldiği öykü, kitaba da adını veren “Keşiş ve Yabani Kadın.” Virginia Woolf'un o ünlü Kendine Ait Bir Oda'sında "Hayat her iki cins için de yeterince karmaşık, o halde gelin dünyaya androjen gözlüklerle bakalım" minvalli söylemine adeta edebi bir çerçeve sunuyor. Öyküde üçüncü tekil bir tanrısal anlatıcı, cinsiyet kavramına topyekün bir mesafe alarak, toplumun dışında yaşamayı seçmiş ve aslında bunu seçmek zorunda da bırakılmış iki insanın yaşadıklarını, “Yabani olan kadın mı, erkek mi?”, “Toplumun içinde yaşayan mı daha yabani, dışında yaşayan mı?” gibi sorular sordurarak, mümkün olan en yalın haliyle ve muazzam bir edebi lezzette aktarıyor. Virginia Woolf'un hem Kendine Ait Bir Oda'da hem de romanlarında ısrarla ve başarıyla yakalamaya çalıştığı androjenlik, tam da bu olsa gerek. Keşiş ve Yabani Kadın’daki diğer öykülerde de baş kahramanların çoğunun erkek olduğunu, Edith Wharton'ın didaktik bir anlatıcı rolüne soyunmadan, uzaktan ya da yakından “cinsiyet hassasiyeti” göstermeden, yaşadığı dönemin toplumsal koşulları içerisinde, bireysel çatışmalarıyla mücadele eden insanların hikayelerini anlattığını görüyoruz.

 

Sanat kimin için?

 

20. yüzyılın başındaki ABD’de, sanatın bir endüstri olarak yerleşik bir hal almaya başladığını söylemiştik; bu mesele öykülerin birçoğuna “sanatsal ve ruhani fahişelik” ikilemi olarak yansıyor. Karakterler, sanatın meta değerinin estetik, manevi ve kültürel değerlerinin hızla önüne geçtiği bir dönemde, en başta sanatlarını kimin ve ne için üretecekleri sorusuyla boğuşuyorlar. Wharton'ın anlatısı, güncel sanatın çoktan yerleştiği, kurumsal sponsorluklarla üretildiği ve hal böyleyken meselenin nadiren sorgulandığı günümüzde, anakronik bir yaklaşımla değerlendirilebilirse, sanatın doğasına ve bireyin onunla kurduğu ilişkiye dair meselenin kökenine döndüren, kadim bir tartışmayı yeniden açmaya olanak veriyor. 

 

Edith Wharton, döneminin önde gelen diğer ABD’li yazarları Ernest Hemingway, Gertrude Stein ve Henry James gibi, hayatının büyük çoğunluğunu Eski Kıta'da seyahat edip yaşayarak geçirmişti. Dolayısıyla kariyerinin ortasında yazdığı bu kitaptaki karakterlerin Fransa ve İtalya'nın o dönem revaçta olan cazip kentlerinde dolaştığını görüyoruz. Dolayısıyla tıpkı adını andığımız diğer yazarlar gibi, Eski Kıta'da bir ABD’li olarak bulunmanın ruh hallerini eşelediğine de şahit oluyoruz. Wharton'ın bu duruma duyduğu ilginin boyutlarını, kaleme aldığı çok sayıda gezi metninde de görmek mümkün. Wharton'ın karakter ve meselelerinin New York'un sosyete salonlarına sıkışıp kalmadığını, ahlaki normlarla boğulmadığını, kitapların satirik bakış açısıyla anlatılmış karakter ve meselelerden ibaret olmadığını burada bir kez daha hatırlayabiliriz.

 

Karşımıza her kıtada ve her cinsiyetten çıkabilecek, hayatın bulandırdığı türlü meseleyle baş etmek zorunda kalmış karakterlere, androjen bir bakışla can veren bir yazar var. “Bir kadın yazar” ile değil, bu yazarla tanışmak isteyen tüm edebiyat severlere keyifli okumalar...

 

 


 

* Görsel: Erhan Cihangiroğlu

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.