Benim ortaokul lise yıllarımda Türkiye’de en tehlikeli görülen fikirler, bizi ülkenin çağdaşlaşma ideallerinden en çok uzaklaştıracağı düşünülenlerdi. Hâlâ öyle mi, bilmiyorum. Ama bu yöntemin tutmadığını, bizim en çok onların tehlikeli dedikleri fikirleri benimsediğimizi biliyorum. “Sigara içip ciğerlerine yazık etme evladım!” der gibi “o fikirlerle ilgilenme evladım, yazık etme kendine!” derdi büyülerimiz ve biz aynı anda hem sigara içer hem de o tehlikeli fikirlerle ilgilenirdik. Öztürkçecilerin derslik diye yeniden adlandırdığı sınıflarımızda hep bir ağızdan söylediğimiz şarkılar, marşlar, içtiğimiz antlar, resmi fikirlere yönelik her türlü şüpheyi, alayı ve eleştiriyi çelik yumruğumuzla unufak etmeyi öğütlemişti bize. Bu ortamda en büyük suç hinlik, cinlik yapmak, aile büyüklerimize ve tarihteki kahramanlarımıza karşı hakkaniyetsiz davranmaktı. Her sınıftan bu suçu işlemeyen bir iki öğrenci çıkar, onlar da genelde sınıf başkanı olur ya da bayrak töreninde okula hep bir ağızdan marş okuturlardı.
Orhan Pamuk’un kitaplarını böyle bir ortamda, tahta önünde ciddi bir suratla anlatılan yalanlara arka sıralardan gelecek bir kahkahaya, alay sesine tahammülün minimumda olduğu günlerde okudum ilk. O sıralarda yayımlanan Benim Adım Kırmızı’nın neden biricik ülkemizin çağdaş yüzünü yansıtmadığını soranlar olmuştu. Entelektüellerin bir kısmı Osmanlı, gelenek, tarih gibi konuların ilginç olduğuna nihayet kanaat getirmişti lakin hâlâ bunların büyük bir zaman kaybından ibaret olduğunu gizli gizli düşünenlerin sayısı daha fazlaydı. Şimdi, sene 2013 olmuş, yazarın eski kitapları ve henüz bitmemiş yeni romanından parçalardan oluşan Ben Bir Ağacım çıkmışken Pamuk’un aradan geçen zamanda yaptığı en büyük keşfin tahammülsüzlüklerimizin kaynağını Türkiyelilerin okul yıllarında bulmak olduğunu idrak ediyoruz.
Pek çok kişi benim gibi yapıp önce kitabın kısa önsözünü sonra da derhal “Mevlut’un Ortaokul Yılları” başlıklı bölümü okuyacaktır muhtemelen. Kışın yayımlanacak Kafamda Bir Tuhaflık’tan alınmış bu otuz sayfalık bölümde Duttepe Atatürk Erkek Lisesi sınıflarında geziyor, babası sütçülük yapan Mevlut’e lise müdürü Fazıl Bey’in “Atatürk’ten, vatan sevgisinden, milletten, unutulmaz askeri zaferlerden bahseden bir nutuk” atmasını izliyoruz. İstiklal Marşı’nı hep birlikte ve aynı anda söylemeye bir türlü muvaffak olamayan bin sekiz yüz öğrenciye defalarca marşı tekrarlatan müdür karakterimiz, memleket tarihimizin o çok tanıdık modernleştirici figürlerinden biri. Kendisine emanet edilen üstü başı dökülen çocukları döve döve adam edecek, sonra da ideallerden filan bahsedecek.
Mevlut’un kendisine aşılanan değerlerin etkisine girmesini, gerçekten de nerede bir bayrak görse salya sümük ağlayan bir gence dönüşmesini izliyoruz sonra. Çağdaş vatandaş olmanın ötesinde “her şeyi vatanı için yapan Atatürk” olmayı da istiyor. Fazıl Bey önlerine bu ideali koyduğu öğrencileri, fazla gürültü patırtı yaptıkları günlerde polis çağırmakla, sıra dayanağına çekmekle ve okuldan atmakla tehdit ediyor. Maddi açıdan darda olan, öğleden sonraları yoğurt satmak zorunda kalan öğrencisine “Türkiye’yi pilavcılar, satıcılar, döner kebapçılar değil, bilim kurtaracak” diye bağıran müdürümüz yalnızca bu bölümle bile Türkiye edebiyat tarihine geçecek tuhaflıkta: hem bir tip gibi genel, hem bir karakter gibi özel biri.
Bir hayatın en unutulmaz anları
Ben Bir Ağacım’ın diğer bölümlerini ise daha önce okumuştuk. Kara Kitap’taki en tuhaf mesellerden “Cellat ve Ağlayan Yüz”; “Ben bir ağacım, çok yalnızım. Yağmur yağdıkça ağlıyorum,” diye başlayan bir Benim Adım Kırmızı bölümü; Kar’da eğitim enstitüsü müdürüyle onu öldürmeye gelmiş öfkeli gencin arasında geçenleri içeren “Katil ile Maktul Arasında İlk ve Son Konuşma”; ve İstanbul’un en güzel bölümlerinden “Annem, Babam ve Kaybolmaları”, kitaba bir hayatın en unutulmaz anlarını yeniden ziyaret ediyoruz duygusu katmış. Ancak burada “hayat”, “yazı”yla yer değiştiriyor—İbni Zerhani’nin epigraftaki cümlesini kitabın meselelerinden birine dönüştüren şey de bu zaten. Yalnızca bir dalına bakıyor da olsak ağacın bütününe de bakıyor ve mesela şu cümleleri hangi kitapta okuduğumuzu hatırlamaya çalışıyoruz: “Yatağınıza girdiniz. Tanıdığınız eşyalar arasında kendi kokunuz ve anılarınızla dolu çarşaflar, battaniyeler arasına yerleştiniz, başınız yastığınızın tanıdık yumuşaklığını buldu, yana döndünüz, bacaklarınızı karnınıza çekerken boynunuzu öne eğdiniz, yastığın serin yüzü yanağınızı serinletti: Birazdan, birazdan uyuyacak, karanlığın içinde hepsini, hepsini unutacaksınız.”
Eylül ayında kendisine Doğan Kardeş serisinden bu kitap armağan edilen bir çocuk neler hisseder? “Okula gitmeyeceğim. Çünkü çok uykum var. Üşüyorum. Okulda kimse beni sevmiyor,” cümlelerini okuyunca aklından neler geçirir? Sabah olunca zorla okula götürülen, sırtında askerler gibi koca bir çantayla yokuş yukarı çıkan bu çocuğun hikayesi hepimiz için çok tanıdık, sıkıntı, tahammülsüzlük ve öfkelerimizin temelinin okul yıllarımızda olduğu teşhisi de çok yerinde elbette. “Bahçe kapısı demir ve kara, kapanıyor. Anne bak ben içeride kaldım, ağlıyorum.” Ben Bir Ağacım’ın güzelliği, adı ister Mevlut ister Elif olsun hepimizin bu duyguyu yaşayabildiğini, bunu bir ömür içinde tutabildiğini, sonra da dürüstlüğün gerektirdiği şeyi yapıp bunu yazabildiğini göstermesinde.
Mevlut Karataş'ın babası Mustafa Karataş sütçülük yapmıyor, öğleden sonraları yoğurt akşamları boza satıyor.
Yeni yorum gönder