Gerçekçi edebiyatın karşısında son iki yüzyıldır büyük bir edebi yer kaplayan, ancak hem gerçekçilerin yukarıdan bakışı hem de ticari kaygıyla üretilen örnekleri nedeniyle ciddiye alınmak için uzun süre beklemek zorunda kalan polisiye, gotik, bilimkurgu ve fantezi edebiyatı gibi türler, özellikle 1980’lerden sonra daha geniş çevrelerce benimsenmeye başladı. Bunun en önemli sebeplerinden biri, akademik dünyanın sınırlarını genişleterek söz konusu edebi türleri de araştırma nesnesi haline getirmeye başlamasıydı. Sosyoloji, felsefe, psikanaliz ve siyasal bilimlerin edebiyatla daha fazla iç içe geçtiği yıllarda, disiplinlerin değişik alanlara nüfuz etmesiyle beraber, artık bilimkurgu meraklısı öğrenciler zaman yolculuğu filmleri hakkında, gotik okurları vampir edebiyatı hakkında, fantezi takipçileri de Tolkien’in Orta Dünya’sı üzerine araştırma yapmaya başladılar. Akademi de farklı alanlardan beslenen bu çalışmaları daha fazla benimsemeye başladı, hatta bu başlıklar için dersler açıldı ve amatörce sevip okuduğumuz Jules Verne’ler, Wells’ler, Bram Stoker’lar, Ursula K. Le Guin’ler, bilginin nesnesi haline geldiler.
Gerçekçi edebiyatı tercih eden bir okur için her gerçekçi örnek iyi bir roman zorunda olmak değildir, tıpkı bir Tolkien okuru için her fantezi eserin iyi bulunması gerekmediği gibi. Bahsettiğimiz türlerde özellikle Tolkien ve Le Guin sonrası kuşakta çok fazla eser veriliyor ve bunun sonucu olarak ortalıkta nitelikli olmayan, iyi edebiyat diyemeyeceğimiz birçok kitap dolaşıyor. Tabii Hollywood’un ve Amerikan dizi piyasasının da sömürdüğü bir dünyadan bahsediyoruz. “Çoksatar” olmak tek başına olumsuz bir nitelik değil, ama bu sıfatı kazanmak için üretilmiş, birbirinin kopyası romanlar, zaten hak ettiği okuru bulmak için uzun süre beklemiş olan fantastik türleri yine aşağı doğru çekmeye başlıyor. Bunu engelleyen birkaç yazar var günümüzde; şansımız var ki Türkçeye de çevriliyorlar. Yordam Kitap tarafından eserleri ardı ardına yayımlanan İngiliz yazar China Miéville bunlardan biri. Belki henüz Neil Gaiman kadar popüler değil buralarda, ancak yakın zamanda büyük yazar statüsünde anacağımız kalemlerden biri....
Bizim şanssızlığımız ise Miéville’i biraz geç keşfetmiş olmamız. İlk olarak 2009’da Türkçede yayımlanan Kral Fare ile tanıdık onu. Ardından Yeni Crobuzon üçlemesinin ilk kitabı Perdido Sokağı İstasyonu geldi. Henüz okurla buluşan ve bizi heyecanlandıran kitabı Yara da bu üçlemenin ikinci kitabı olarak biliniyor. Fantastik kurguda üçlemelere, serilere, aynı kahramanın devam eden maceralarını okumaya alışığızdır, ama Miéville’in kitaplarını birbirlerinden bağımsız olarak da okuyabilirsiniz. Diğer yandan, eğer bilimkurguya ya da fantastik kurguya az da olsa bir yöneliminiz varsa, bir Miéville romanını okuduktan sonra yapmak isteyeceğiniz ilk şey yazarın diğer eserlerini okumak olacaktır.
Tam on ikiden vuran eleştiriler
Yara, tıpkı Perdido Sokağı İstasyonu gibi yazarın kurguladığı Bas-Lag adlı tuhaf dünyada geçiyor. Kahramanımız Bellis, öyle alışıldık türden bir fantastik kurgu karakteri değil ama bir romanın kahramanı olmak için gereken her türlü edebi altyapıyı kurmuş Miéville. Bellis, evinden, yurdundan kaçan ve sürekli bunun nostaljisini yaşayan, zorunlu olarak kendini yepyeni bir şehirde bir sürgün olarak bulan, kendi kaderini çizmeye çalışırken yeni yurdunun başkaları tarafından çizilmekte olan korkunç kaderinde kilit bir rol oynamaya başlayan bir kadın. Romanın anlatıcısı o değil ama evine yazdığı gönderilmemiş mektupları okurken, tüm eserin kalanını da Bellis’in bize hissettirdiği “yadırgatma etkisi”yle okuyoruz. Biz de okur olarak tamamen yabancı olduğumuz bu yeni topraklarda Bellis ile özdeşleşiyoruz. Aslında “topraklar” demek yanlış olur, çünkü Yara, bir deniz dünyası öyküsü. Bellis’in bir nevi sürgünde olduğu ve olayların geçtiği Armada adlı şehir, yüzen bir korsan şehri.
Büyünün bilim ve teknolojiyle iç içe geçtiği, savaş ve politik entrikaların yanında benzerlerine rastlayamayacağımız iki sevgilinin de öyküsüne sahne olan bu romanın en önemli özelliklerinden biri, aksiyonun edebi bir üslupla, eserin sürükleyiciliğini olumsuz olarak etkilemeden kurgulanabileceğini göstermesi. Tasvir yapmayı ve olayları ayrıntılı anlatmayı seviyor Miéville, ancak bunun dozunu çok iyi ayarladığı için derin bir metni zorlanmadan okuduğumuz hissine kapılabiliyoruz. Sadece denizin dibinde geçen olaylar nedeniyle derin değil tabii ki; politik göndermeleri, kahramanların siyah-beyaz olmayan kişilikleriyle de derin bir metin bu. Miéville, günümüz bürokrasisine getirdiği eleştirilerle, postmodern kültürün sivil haklarını arayan yurttaşların içine nasıl işlediğine dair gösterdiği, istenirse Türkiye’nin içinden geçtiği bugünkü süreçte bile karşılığını bulabilecek satırlarla, tam on ikiden vuran eleştirilerle süslüyor bu romanı. Kitabın adının niye “yara” olduğu belirmeye başladığında, bilgimiz arttıkça merakımız da artarken, romanın final perdesinin nasıl kapanacağını düşünmeden okumak zor bu kitabı. Yaranın ne olduğuna dair burada en fazla şöyle bir ipucu verebiliriz: Romanı okuduktan sonra Freud, Lacan ve Zizek okumaya ihtiyaç duyabilirsiniz.
Prensiplerin adamı olan Uther Doul, bir zamanlar sahip olduğu bedeni değiştirip bir deniz yaratığına dönüşen, ancak dönüştükten sonra gerçek kimliğini bulan ve içindeki lideri keşfeden Tanner Sack, entrikaların adamı Silas Fennec, okuma öğrendikten sonra hayatı altüst olan Şekel, vampirlerin lideri Brucolac, beklenmedik bir anda herkesin kaderini değiştiren Hedrigall ve şehri yöneten Sevgililer bu romanın unutulmaz karakterleri. Hepsinin kendilerine özgü birer öyküsü var ama bu öyküler yüzen şehir Armada’nın kaderinde birleşiyor. Hiçbir kahramanın rolü diğerlerinden kopuk değil. Eğer birini çekip çıkarırsak, bir duvar gibi çökebilir tüm kurgu.
Miéville her ne kadar tuhaf bir dünya kurgulayıp, birçok ırk yaratıp bilimkurguyla fantezinin kesiştiği bir eser vermiş olsa da, oldukça evrensel, son derece hakiki kahramanların öyküsünü anlatıyor. Özellikle şehri yöneten iki sevgilinin arasındaki “yaralayıcı” ama duygusal ilişkiyle Tanner’ın Şekel ile kurduğu yürek burkan ilişki bizi yüzlerce sayfa boyunca farklı bir melankoli yaşatıyor. Karakterlerin çoğunun gizemli, tekinsiz bir tarafı var.
Eğer bir kavramla özetlemek istersek, bir olasılık romanı diyebiliriz Yara için. Her şeyin temelinde olasılıkların dünyasını anlamaya çalışan, tüm arzularımızın temelinde her olasılığa sahip olmak isteyen yapımızı bir elekten geçiren, ayna gibi bir roman; ancak yüzleşmenin kolay olmadığı, karanlık bir ayna... Adeta bizim dünyamızı karartıp kendi yarattığı Bas-Lag adlı dünyaya ışık tutuyor yazar. Ne var ki karanlığını gösterdiği bir dünya orası, bizim dünyamıza ışık tutmak için. İşte bu noktada da biraz distopya geleneğinden besleniyor İngiliz yazar.
Gerçekliği değiştirmek için kalemi eline bir yazar
China Miéville az önce bahsettiğimiz türleri ve akademik dünya unsurunu kendi bünyesinde ve eserlerinde birleştiren bir isim. Öncelikle Miéville sadece bilimkurgu ya da sadece fantezi yazan biri değil. O, kökleri yirminci yüzyılın başlarına kadar giden ve H.P. Lovecraft ile etiketleyebileceğimiz bir edebi anlayışın temsilcisi. Türkçede edebi bir gelenek haline gelmediği ve hakkında çokça yazılıp çizilmediği için üzerinde uzlaşılan bir karşılığı olmayan, ama “tuhafkurgu” diyebileceğimiz (Weird Fiction) bir türde eserler veriyor Miéville. İkincisi, Miéville bir akademisyen. Politik duruşuyla sadece fantastik kurgu yazarlarından değil, gerçekçi birçok yazardan da ayrılan Miéville, Marksizm üzerine yazdığı metinlerle de tanınan, bir dönem İngiliz Sosyalist İşçi Partisi üyeliği de yapmış, politik olarak oldukça aktif bir entelektüel. Gerçekliği tarif etmekle yetinecek biri değil, o gerçekliği değiştirmek için kalemi eline alan bir fantastik kurgu yazarı.
Tabii onun entelektüel yanı, fantastik türlerdeki yaratıcılığını teorik olarak da beslemesinden ileri geliyor. Geçtiğimiz günlerde Miéville’in katkıda bulunduğu ve editörlüğünü yaptığı bir makale derlemesi de çevrildi Türkçeye. Kızıl Dünyalar adlı kitabın sonsözünde, bilimkurgu ve fantezinin hiyerarşik bir ilişkisinin olmadığını, bu türlerin birleşik olduğunu, Marksist teorinin de bu edebiyata daha fazla girmesinin gerekliliğini savunuyordu ve metnini şöyle bitiriyordu yazar: “Kızıl gezegenlerimiz var. Kızıl ejderhaları yabana atmamalıyız.” Aslında bilimkurgu ve fantezinin kendi aralarındaki çekişme kült bir rekabettir ve teorik olarak da geçmişi vardır. Miéville de yazdığı türlerin teorik tartışmasına girmekten sakınacak biri değil. Kısacası neyi niye yazdığı üzerine düşünen biri.
Neyi niye yazdığımız ya da okuduğumuz üzerine kafa yoran başka bir usta şöyle demişti “Amerikalılar Ejderhalardan Neden Korkar?” başlıklı yazısında: “Fantazi elbette hakikidir... Yetişkinler de bilir, zaten çoğu bu yüzden fantaziden korkar. Fantazideki hakikatin, yaşamaya mecbur edildikleri ve kabullendikleri hayatın sahteliğine, kofluğuna, gereksizliğine, sıradanlığına karşı bir meydan okuma, hatta tehdit oluşturduğunu bilirler. Ejderhalardan korkarlar, çünkü özgürlükten korkarlar.” Bu satırların yazarı Le Guin hâlâ direniyor. Sen de diren China Miéville!
Yazının sonundaki LeGuin alıntısı, kötü bir tercüme olmanın yanı sıra, bahsedildiği gibi bir makaleden alıntı değildir. LeGuin'in bir konuşmasının metne dökülmüş halidir. LeGuin bu satırları yazmamıştır, söylemiştir. Weird Fiction diye edebi bir tür de yoktur, en fazla alt-tür olarak o da kalıpları belli bir türü değil, izlekleri birbirine geçen bir akımı belirtmek için kabul görür. Kavram bizzat Lovecraft tarafından uydurulmuştur ve Lovecraft sanılanın aksine, Weird Tales akımını geniş çerçevede adlandırmak için kullanmıştır (Bu kavramı kullanımıyla ilgili pek çok mektubunda "Weird Tales" ve "Weird Fiction" yer değiştirir). Demek ki neymiş, internet ve sözde ansiklopedi Wikipedia kaynak alınarak inceleme yapılmamalıymış. Baybay.
Yeni yorum gönder