Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Edebiyat futbolu seviyor mu?



Toplam oy: 829
Al da At Dercesine, edebiyat okurunu futbolla, futbol izleyicisini ise edebiyatla ortak paydada buluşturabilecek öykülerden oluşuyor. Birkaç istisnadan biri olarak mı kalacak peki?

2016 Avrupa Futbol Şampiyonası, Türkiye’de pek alışık olmadığımız türden bir öykü kitabının yayın tarihiyle kesişti; 19 edebiyatçının kaleminden 19 futbol öyküsünü bir araya getiren Al da At Dercesine’nin... Böyle bir derlemenin bugüne kadar eksik kalmasının sebeplerini ise, edebiyatçıların ve çoğu edebiyat okurunun futbolla aralarına koydukları mesafede mi aramak gerekir? Tribünlerin şovenist ve cinsiyetçi diliyle pekişerek bir türlü kapanmayan bu mesafe, futbolun bir diğer yönünde odaklanıldığında ortadan kalkabiliyor oysa. Al da At Dercesine de, endüstriyel futbolun aktörleriyle, reklam pastalarıyla, tribünlerin diliyle veya futbolun neden “kitlelerin afyonu” gibi görülebileceğiyle değil, edebiyatçıları futbola yaklaştıran bu diğer yönle ilgili bir kitap.

 

 

“İki adam, bir pireli kedi, dökük bir ev, balık kokan eller... Benden geçmemiş midir, geçmiştir. Maç, sesler, siyah, beyaz, şampiyon Beşiktaş. Kalabalık, kadınlar, yaşlılar, çocuklar, gençler. Kim ne yapsın beni? Beşiktaş, şampiyon Beşiktaş. Tek başıma kocayacağım. Evet, bağıracağım ben de. Bağıracağım yalnız. Siyah, beyaz, siyah. Unutacağım, her şeyi unutacağım. Başka hiçbir şeyi hatırlamayana kadar bağıracağım.” Işıl Kocaoğlan’ın “Ne Gelir Elden?” başlıklı öyküsüyle tanıştığımız bu balıkçı, edebiyat okurunun çok iyi tanıdığı, hatta bağrına basıp sevdiği, “tutanamayan” bir karakter. Öykülerden sadece ikisinde, Murat Başekim’in lüks içinde yaşayan yıldız bir kaleciyi ele aldığı “Totem”inde ve Can Belge’nin orta sınıfın ego açmazlarını gerçek futbol ile halı saha futbolunu, muzipliği akademikliğinden gelen bir üslupla karşılaştırarak ortaya koyduğu “Halı Saha Futbolu”nda, bu balıkçıdan farklı karakterlerle karşılaşıyoruz. Diğerleri ise, ister kaleci, ister kulüp başkanı, ister hakem olsun, insanlıklarıyla, uyumsuzlukları ya da saklamaya çalıştıkları kırılganlıklarıyla, hayatın boşluğunu ve anlamsızlığını futbolla telafi etme uğraşlarıyla, kaleminden çıktıkları öykücünün sevgisini ve şefkatini kazanmış karakterler. Aralarında tribünlere yerleşse cinsiyetçi ve şovenist tezahüratlara eşlik edecekler var mıdır bilmiyoruz; ama bunun mümkün olduğunu hissetmemize rağmen, onlara bir başka gözle bakmayı yine de başarıyoruz.

Peki, kadınlar neredeler? Bu soruyu iki türlü ele almak mümkün. Kitaptaki 19 öyküden sadece ikisinin yazarı kadın (Işıl Kocaoğlan ve Ayla Duru Karadağ). Öykülere baktığımızda da, kadın karakterlerin ana karakterlerin sevip de kavuşamadığı birer isim olarak kaldığını görüyoruz. Karadağ’ın “Kızlar” adlı harika öyküsü ise, bu tablonun dışına çıkarken, kız çocuklarının futbol formasını üzerlerine niçin olduramadıkları, kadınların –yazar ya da değil– futboldan neden uzak durdukları üzerine düşünmemizi sağlıyor.

Al da At Dercesine, yukarıda saydığım yazarların yanı sıra Alper Atalan, Akif Kurtuluş, Mahir Ünsal Eriş, Yekta Kopan, Kıvanç Koçak, Ercan Kesal, Mustafa Çiftci, Necdet Dümelli, Bülent Çallı, Emre Bayın, Giray Kemer, Hakan Kulaçoğlu, İlyas Barut, Serhan Ergin ve Bağış Erten’in edebiyat okurunu futbolla, futbol izleyicisini ise edebiyatla ortak paydada buluşturabilecek öykülerinden oluşuyor. Böylesi kitapların arkası gelecek mi, yoksa bu derleme birkaç istisnadan biri olarak mı kalacak, göreceğiz.

 

 

 


 

 

 

Görsel: Onur Atay

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.