Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Erkeklik ve babalık ekseninde bir değişim öyküsü



Toplam oy: 947
Karl Ove Knausgaard // Çevi. Haydar Şahin, Ebru Tüzel
Monokl
Âşık Bir Adam’la artık çocukluk düşlerinden, o döneme ait bağlandığı şeylerden bir bir kopuyor ve yeni bağlılıklar elde ediyor.

Norveçli yazar Karl Ove Knausgaard, 21. yüzyılın en çok konuşulan yazarlarından biri. Kavgam serisi birçok dile tercüme edildi ve kısa sürede çok satanlar listelerine girdi. Knausgaard’un hatırı sayılır bir hayran kitlesi de oluştu ve hatta adına “Knausgaard-mania” denen bir çılgınlık bile türedi. Türkiye’de de bu çılgınlığı, Kavgam serisinin ikinci kitabı Âşık Bir Adam ile yaşıyoruz.


Elbette Knausgaard’un edebi gücünün ve samimiyetinin dayandığı nokta tamamen otobiyografik, “özkurgusal” bir hikaye anlatıyor olması. Üstelik bunu yaparken de gerçekliğin hiçbir boyutunu kaçırmadan; otobiyografinin rahatlığına sığınarak yaşamına dair bazı izleri sansürlemeden; hatalarını, arzularını ve pişmanlıklarını olduğu gibi aktarıyor. En duygusal anlarını da, normalde herkesten gizlemesi beklenen en kötücül yanlarını da “utanmadan, arlanmadan” paylaşıyor.


Kavgam serisinin ilk kitabında, babasıyla ilişkisinin ne anlama geldiğini öyküleyen Karl Ove, alkolik ve huysuz babasının kaybının sarsıcı olduğu kadar içten içe huzur verdiğini de söylemişti; söylemediyse de ima etmişti. Dolayısıyla ilk kitap, Karl Ove’nin ihtiyaç duyduğu baba sevgisini yitirmesini ve onu baskısı altına alan babasının gözle görülmeyen yasalarından kurtulmasını içeren ikircikli bir ruh halini yansıtıyordu. Serinin ikinci kitabı Âşık Bir Adam’da da aslında bir “babalık ve erkeklik durumu” söz konusu. Bir erkeğin âşık oluşu, sırf bunun için yaşadığı ülkeyi, kurulu düzenini değiştirmesi, yaşamını altüst etmesi; aslında pek de memnun kalmayacağı konularda zaman zaman itaatkar, zaman zaman isyankar davranması; çocuk sahibi olmasıyla beraber gelen çelişkiler ve karmaşalarla karşılaşması Karl Ove’nin öyküsünü bir özkurgu hikayesinden bir hesaplaşma romanına dönüştürüyor: babayla hesaplaşma romanına.


Sekiz yıllık evliliğini bir kenara atmasından itibaren bu hesaplaşma, yüzlerce sayfalık bir flashback’le gerçekleşiyor. Bu şekilde okurun zihnini dalgalandıran Knausgaard’un ilk kitapta kullandığı görece feminen dil, burada yer yer son derece katılaşıyor ve maskülenleşiyor. Öyle ki, zaman zaman konuşanın Knausgaard mu, yoksa başka bir karakter mi olduğunu anlamak zorlaşıyor. Bu da, Karl Ove’nin karanlık yanıyla karşılaşmanın yarattığı bir şok, “Yok artık, o kadar da değil!” dedirten bir hisse sebep oluyor. O yüzden roman boyunca şunu akıldan çıkarmamak gerekiyor: Âşık Bir Adam, esasında erkek olmanın ve -toplum nezdinde kabul görecek- erkek kimliğini edinirken yaşanan sıkıntılı sürecin romanı.


 

İlk kitapta, “Yaşadığımız ev her şeyiyle orada duruyor. Tek fark, bir çocuğun ve yetişkinin gerçekliği arasındaki fark, bu şeylerin anlamını taşımıyor olmak,” diyen Karl Ove, Âşık Bir Adam’la artık çocukluk düşlerinden, o döneme ait bağlandığı şeylerden bir bir kopuyor ve yeni bağlılıklar elde ediyor. Ama bu bağlar paradoksal bir şekilde geçmişe de bir şekilde tutunuyor; Linda’ya ve çocuklarına bağlanıyor. Linda için, “Yapmam,” diyeceği şeyleri yapıyor. Karl Ove bile kendi kendine soruyor: “Linda, ben ve bir çocuk? Yeni bir hayat, yeni bir şehir, yeni bir ev, yeni bir mutluluk?”


Kitabın ikinci yarısındaki öykü de bütünüyle Linda’nın hamileliği ve Karl Ove’nin babalıkla tanışmaya hazırlanması, hissettiği o tekinsiz duygunun ikircikli yansımasıya ilgili. Knausgaard, bu ikircikliliği diline de yansıtmayı başarmış. Kitabın ikinci yarısında, Karl Ove’nin Linda’nın hamile olduğunu öğrendiği ve “Bir BEBEĞİMİZ oluyordu, Tanrı aşkına! Bu BÜYÜK bir olaydı!” dediği andan itibaren erkeksi, baskılayan dil, yer yer cinsiyetsiz ve sakin bir tona dönüşüveriyor. Zaman zaman heyecandan ne yapacağını bilemeyen, açık biçimde saçmalayan (Karl Ove’nin durumunda bunun farkında da olan ama pek bir şey yapma gereği hissetmeyen), bir yükselip bir alçalan, çalkantılı bir dile geçiyor Knausgaard, ruh haliyle dili eşzamanlı hale getirebiliyor: “İşte böyle aniden değişen ruh hallerinde dolanıyorduk; sessiz sakin, optimist ve sevecenlikten ani öfke patlamalarına erişiyorduk.” Bu ruh hali ve dil, olayların akışıyla da örtüşüyor. Bir öykü kaybolurken bir diğeri başlıyor, bir öykü güçlenirken bir anda tepesine bir anı biniveriyor.


Linda’nın doğum yapmasıyla birlikte Karl Ove’ye yeni bir kapı, babalık kapısı açılıyor. Kitap boyunca gördüğümüz yazmak için çıldıran, tatil yerine daha çok çalışmak isteyen ve yazmak söz konusu olduğunda çok sevdiği Linda’yı bile karşısına alan Karl Ove’nin, yerini kendini çocuklarına adamış baba rolüne bürünmüş bir erkeğe bırakmış olduğunu görmek tuhaf bir his bırakıyor. Bu tuhaflığı yaratan da Knausgaard’un lineer bir zaman çizgisinde yazmaması, daima “olmuş olacak” olanı bize vermesi ve “olmuş olan”la okuru yakalaması.


Âşık Bir Adam, erkeklik ve babalık ekseninde bir değişimin öyküsü. Bunu Karl Ove de sakınmadan, çekinmeden söylüyor: “Neler oluyor, diye düşündüm. Neler oluyor? Çevremde bir şeyler değişiyordu. Yoksa değişiklik içimdeydi ve daha önce görmediğim bir şey mi görebiliyordum? Yoksa bir düzeneği mi harekete geçirmiştim?”

 

 


 

 

Görsel: Güneş Engin

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.