Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Erken Büyüyen Kızlar...



Toplam oy: 1383
Fadime Uslu
Pupa Yayınları

Büyük Kızlar Ağlamaz, Fadime Uslu’nun ilk öykü kitabı. Bu ilk öykülerin birçoğunda Uslu, -büyük ya da küçük- ağlamasını tutan, tutmak zorunda kalan ya da sözcükleri boğazında düğümlenen kadınların hikâyelerini anlatıyor. “Kızlar öyle yapmaz”, “Kızlar bunu yapar”, “Kızlara o yakışmaz, bu yakışır” gibi hükümlerle üstü örtülü bir hesaplaşmaya girilmiş bu öykülerde. Örneğin kitaba adını veren ilk öyküsü Büyük Kızlar Ağlamaz’da yazar, gündelik hayatı bile paylaşmaz hale gelen hatta gündelik hayatın rutinlerini birbirleri için ağırlaştıran iki insanın hikâyesini anlatıyor. Daha doğrusu erkeğin varlığının kadın hayatındaki olumsuz ve sevimsiz etkilerini günlük hayatın, sıradan meselelerin içine yedirerek gösteriyor.

İlk öykünün kadın anlatıcısı için üzerindeki bu adı konmamış ağırlığın sebebi hayatını, yaşadığı evi paylaştığı adam. Sabah kahvesini bile sessizce kadından bekleyen bir adamın ağırlığı kadın üzerindeki kasvetin esas sebebi. Sürekli ilgi isteyen olgun bir erkek çocuğu edasındaki bu adamın öğrenilmiş ve yapmacık bir kibarlıkla dillendirdiği istekleri kadına geçit bırakmıyor. Kadının iyiliğini istiyormuş, onun için bir şeyler istiyormuş gibi yapıp aslında kendi açgözlülüğünü doyuran bu adam karşısında kadın da sessizce kabulleniyor her şeyi.

Birkaç ara başlıkla bölümlere ayırdığı öykü, kadının rüyasıyla başlıyor. Kötü bir rüyadan uyanan kadın, yanında yatan ve top patlasa uyanmayacak olan hayat arkadaşı Eray’a bakıp kalkıyor yataktan: “Sabahlığımı sırtıma geçirip içi miflon terliklerimi giyince balkonda alıyorum soluğu. Sıkıntılar büyüdükçe insanlara yaşadıkları mekân dar mı geliyor? Ya da tam tersi.” Bu satırlar, balkonun kadını özgür kılan bir sığınak olduğunu hatırlatıyor okuyana.  Çünkü balkonlar tüm açıklıklarına rağmen hatta tam da açık olmaları nedeniyle kadınlar için bir gizli köşe ya da onlara ait bir nefes alma yeri olabiliyor. Gün içinde derin bir soluk almak için balkona çıkıyor kadın. Ev işlerinin yorgunluğunu atmak için kaçamak bir sigara tellendiriyor belki ya da sokağa, dışarıdaki hayata bakıp kaçamak düşüncelere bırakıyor kendini, kapılıyor.

Öykünün kadın anlatıcısı tam da bu nedenlerden ötürü “soluğu balkonda alıyor”, güne balkonda başlıyor. İçeri girdiğindeyse -akşamdan kalma dağınıklığa bakarken- hayatını özetleyen cümleleri duyuruyor bize: “Gece geç saate kadar George Orwell’in Animal Farm’ını sözlük yardımıyla okumuş, daha doğrusu sökmeye çalışmıştım. (...) Çalışma masası karmakarışık. Renkli ciltli defterler; gramer, not defterleri, kül tablası, silgi, uç kutusu ve başka ıvır zıvır. Son günlerde dil sorununu çözebilmek için çok çalışıyorum. Bu sorunu ortadan kaldırdığımda mesleğimde açılımlar yaratabileceğimi söylüyor Eray. Belki de bir kandırmaca, oyalamaca, yeni bir oyun. Onun oyunu.” Sorun çözücü Eray, kendisinin de kadının hayatındaki bir sorun olabileceğinin farkında değil. Kendi sorunlarını kadının üstüne yıkarken kadına engel olduğunun hiç farkında değil: “Okuyamıyordum, bunun nedeni geceden kalma bir etkiyle anlamı kelime kelime çözmeye çalışıyor olmam ya da müzik değildi (...) Tek neden Eray. Benden kendisi için bir şeyler yapmamı bekliyor ve bunu da en etkili biçimde susarak, bakışlarıyla dile getiriyor. Kitabı sehpaya bırakıp kalktım. Musluğu açık unutmuş diye düşünüp banyoya yöneldim.”

Kadın sessizce kabulleniyor durumu, kitabı sehpaya bırakıp Eray’a doğru gidiyor ve kahvaltı edip etmeyeceğini soruyor. Eray kibar bir biçimde yalnızca kahve istiyor. Sonra kol düğmelerini ve ayakkabılarını kadına soruyor; gece uyuyamadığını ve bugün çok önemli bir toplantısı olduğunu söylüyor. Sorunlarıyla kadının üstüne çöküyor. Sonra da balkonu kapatmaya gelecek ustaları beklemesini tembihliyor kadına. Kadınsa bunların hiçbirine direnmiyor. Yalnızca iç sesiyle karşılık veriyor ve adamın yanında yöresinde dolanıyor: Onun açık unuttuğu musluğu düşünüyor, onun göremediği kol düğmelerini görüyor, sert bir kahve yapıp kendine gelmesine yardımcı oluyor ve hiç istemediği halde balkonun kapatılacak olmasına karşı gelmiyor ve bu görevi kendisi üstleniyor.  

Kadın hep adamın yanında dolanıyor; adamsa kadının önünde, karşısında ya da tepesinde duruyor. Geçip gitmesine engel oluyor varlığıyla. Kadının uykusuzluğunun, gece gördüğü rüyanın, balkonu seviyor ve kapanmasını istemiyor oluşunun bir önemi yok. Kadının tek derdinin İngilizce bilmemek olduğunu sanan Eray ancak bu konuyla ilgili öğütler veriyor.  Adamın konuşacağı bir şey var hep ya da istediği bir şey. Kadınsa suskun genellikle. Bu açgözlü adamı doyurmak ve memnun etmekle dolmuş bütün hayatı. Bu duruma yalnızca iç sesiyle direniyor.

Fadime Uslu’nun yalnızca bu öyküsünde değil diğerlerinde sessiz sedasız yaşanıyor hesaplaşmalar, uzlaşmalar ya da yakınlaşmalar. Öykülerde ince çizgilerle örülmüş insan ilişkileri. Farklı insanların karşılaşmalarını konu edinirken yazar, aslında insanların bir araya geliş hikayelerini ve ilişki kurma biçimlerini de irdeliyor. İlk öyküde aynı evde yaşayan bir kadın ve bir adamı anlatan Uslu bir başka öyküsünde, bir kadının pek çoğunu ilk kez gördüğü insanlarla bir araya geldiği öykü grubuna katılışını hikayeleştiriyor. 

Etke Grubu adlı bu öyküde öykü kişileri, birbirlerini yazdıkları üzerine yorum yapmak dışında çok fazla konuşmuyorlar. Ancak yazar başarılı diyaloglarıyla ve incelikli ayrıntılarla bize bu kişilerin öyküler üzerine yaptıkları yorumların birbirleriyle ilişkilerinden bağımsız olmadığını sezdiriyor. Bu arkadaşların birbirlerine karşı hissettikleri öyküleri yorumlayışlarına da yansıyor.

Yazarın kamerası her birinin üzerine ayrı ayrı odaklanırken okuyucu da gözünü bu öykü grubunun katılımcıları üzerinde gezdiriyor ve insanın kendisini, hayatını ve dahası yazdıklarını, yarattıklarını başkasına açma ve başkasına beğendirme ihtiyacı üzerine bir kez daha kafa yormamızı sağlıyor bu öykü. İnsanın kendinden son derece eminken, burnundan kıl aldırmazken ve aslında eleştirilere karşı sanıldığı gibi tahammüllü değilken başkası tarafından onaylanmak, başkasına kendini beğendirmek ihtiyacının tuhaf çelişkisini açık ediyor öykünün anlatıcısının iç sesi. Yazarın kamerasıysa insanın bu açlığının mimiklere ve jestlere nasıl yansıdığını gösteriyor her bir öykü kişisi üzerinde özenle gezinirken. Örneğin, grubun gizli lideri Sevin’in öyküsü üzerine konuşulurken yaşananları okuyucu da sanki o topluluğun arasındaymış gibi izliyor çünkü Fadime Uslu, resmin kişilerini başarıyla çiziyor: “Patroniçe Sevin’in sorgusuna geldi sıra. Heyecandan olsa gerek, kürek kemikleri bir balığın solungaçları gibi kalkıp iniyor, dakika tanımaksızın çırpınıyor. Böylesine bedensel ritüel kimsenin gözünden kaçıyor olamaz. Ancak aldırış eden yok. İçlerinden biri, kel, top sakallı, tıknaz adam; Onur’muş, onun cümlelerini önceden kurgulandığı belli olan tartılıp biçilmiş ölçülü bir dille yorumluyor.”

Fadime Uslu, duygusal anlamda yoğun ancak dilsel açıdan sade bir anlatımla okuru hiç yormayan öykülerle çıkıyor karşımıza bu ilk kitabında ve okuyucusu öykülerin arkası da gelsin diye bekliyor.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.