Gördüğüm şeylerin beni hipnoz etmesinden korkmuyorum; gördüğüm her ne ise karşımda, ötemde, yakınımda veya uzağımda “başka bir var olma” şeklini koruması, devinerek dönüşmesi, dönüşümünü benimle tamamlaması böyle bir etkileşime daima açık zaten. Ve eğer gördüğüm şeylerle kişisel bir hatıram, sevincim, husumetim yoksa, o şeyler yabancılık tanımını, adlandırmasını deneyimlerimden, bilgilerimden, algımdan dolayı alıyorsa “büyük transfer” başlıyor demektir. Tanımladığımız, adlandırdığımız şeyleri tanımamız her zaman gerekmiyorsa, üstelik onlarla çevrelenmiş ve “etraf” kavramını bu yöntemle oluşturmuşsak, tanımını/adlandırmasını “benden almışsa,” yani “tanımını/adlandırmasını ben vermişsem” onun da, onların da yanıtı gecikmeyecektir.
Gördüğüm şeylerin vereceği, alacaklarım bütünde pozisyon, durum, ruh hali, eğitim değişimi veya yeniden kurgulanmamdan ibarettir – bu da gövdenin ve duygunun hipnozudur. Gövdenin hipnozu, benim tıpkı bir uydu gibi o görüntünün, nesne(ler)in çekim alanına girmem, kapılmam anlamına geliyor. Fetiş iyi bir örnek. Duygunun hipnozu, en tehlikelisi, en heyecan verici yan; çünkü bu, duyguların kontrollü olarak teslimini öneriyor. İş burada da kalmıyor, almak vermek eylemi alışverişin süreğenliğini sağlayarak zamana yayılıyor; görüntüden/nesneden, şeylerden uzaklaşsanız da etki sürüyor. Üstelik, bir fetiş gibi sahiplemiyorsunuz da.
Ressamın resmi ile fotoğrafçının resmi arasında gelgit yaşayan ben, hangisinin hükmünü kabullenecek ve baş eğecektir?
Ressamın resmi, benim bir benzerimin, insanın eseri, yorumudur. O resim bizim ailenindir ve “sır” olarak kalması şart ayrıntılarla donatılmıştır. Fotoğrafçının resmi bir eser, bir yorumsa da “belgelenme” mührü taşımaktadır; belgelenenin doğallığı, açıklığı, netliği, barındırsa da fluluğunun/karanlık tarafının kısmen anlaşılırlığı “dışarısı”nı aydınlatacaktır. Ailemizin içine sızması için hipnoz yeteneğini kullanacak, âna sıkıştırdığı kare ile bizi bir öykü üretmeye zorlayacaktır. Fotoğrafın hayatta kalması bizim ona bir öykü bulmamıza bağlıdır. Fotoğraf bunun farkındadır ve yaşayabilmek uğruna tüm olanaklarını kullanır, temas etmekten/taciz etmekten kaçınmaz.
Gördüğümüz şeylerin “gördüğümüz şey” olabilmesi ancak onunla ilgilenmemizle mümkündür. Önünden, arkasından, üstünden, altından, ayrışık mesafeden geçtiğimiz ve dikkatimizi çekmeyen şeylerin de elbette bir öyküye ihtiyacı vardır; şüphesiz bir avcı gibi kendilerine yönelecek birini, bir avı yakalayacaklardır. Bir şeyden kurtulsak bile bir diğer şey sırasını beklemektedir sonuçta – insan şeylerin tutsağıdır. Özgürlüğümüzü koşulsuz bırakacağımız fotoğraf/lar her yere saçılmıştır. Bir dergide, bir arkadaşın resim albümünde, bir sergide, bir reklam panosunda, bir manzaraya bakarken, sokaktaki kalabalığa/trafiğe dalmışken, aklınıza şu dakika ne geliyorsa o pusudadır. Sizden bir öykü rica edecektir masumane – Haneke’nin Ölümcül Oyunlar filmindeki yumurtalar suçsuzdur oysa ona sorarsanız.
Evet, bir fotoğrafa soru sormaya hiç kalkıştınız mı? Veya ben bu soru cümlesini yazarken, bir soru sorarken siz, bu yazıyı okuyanlar bir fotoğraf mısınız, bir fotoğrafta mısınız? Hay aksi, bu da bir soru oldu.
Ressamlar sanatçı olduklarını ifşa ederek ortaya çıkarlar. Fotoğrafçılar bunu reddederek gizlenirler. Ara Güler’in “ben fotoğraf sanatçısı değilim, fotoğrafçıyım” inadının altında bu kurnazlık yatmaktadır: Suçunu inkar edebilmesi, insanlardan öykü çaldığını kabullenmemesi ancak bu dehşetli tavrıyla mümkündür. Şairler, romancılar, oyuncular suçu üstlerine alarak, amiyane deyimle kabak gibi ortaya çıkıp egolarını doyuma ulaştırırken fotoğrafçılar gizli bir teşkilata mensupturlar. Ben onlardan çok korkarım işte.
Tolga Gümüşay romanlarından, öykülerinden sonra bu gerçekle yüzleşerek fotoğrafın arkasına bakmış ve fotoğrafın izini, nereden geldiğini, sürüklenip yeryüzüne düştüğü kara deliği görmüş olabilir. Bu gizli teşkilatın, yani hayatın, öykülere muhtaç zamanın deşifresi bir proje ile can bulur: Kendi çektiği fotoğraflara talep ettikleri, bekledikleri öyküleri vermek, o öyküleri yazmak. Dijital platformda başlayıp şimdi “matbu”ya çevirdiği kitabı Kareli Öyküler görüntülerin izdüşümü, geride kalanın gölgesi iddiasıyla okunacağı, bakılacağı gibi birbirlerinden asla ayrılamayacak insan-şey ikilisinin performansı da sayılabilir; o hipnozun, o alışverişin seçiciliği veyahut.
Çocuğunuza baktığınızda onun oluşumuna, doğumuna sebebiyetiniz nasıl gen tarihinde kayıtlıysa ve hissettiğiniz haz, mutluluk bu koşula bağlıysa çektiğiniz, kaydettiğiniz, hatta makineye alınmayan her görüntünün buna benzer bir maziyle size tutunduğunu kanıtlamanız, yeryüzüne, yeryüzünün bütün çağlarına karşı sorumluluğunuzu kabullenmeniz müthiş bir özveri. Tolga Gümüşay’ın Kareli Öyküler’i şeylerin dünyasına açılan iyi bir kitap. Unuttuğunuz, önemsemediğiniz bir bardak kırıldığında cam parçaları, her bir yana dağılan sırçalar size ummadığınız bir telaş ve şaşkınlık yaşatır ya, öyle. Öyle güzel bir kitap.
Yeni yorum gönder