Bulaşık şıkırtıları, klavye tıkırtıları, çocuk kahkahaları, televizyon vızırtıları, yemek kokuları, ütülenecek çamaşır yığıntıları, biblo koleksiyonları, okunmuş gazete balyaları, birkaç kez kullanıldıktan sonra kaldırılmış katı meyve sıkacakları, ekmek yapma makinaları, çok parçalı matkap setleri, koşu bantları, artık oynanılmayan ama bir türlü atılmayan türlü oyuncaklar, balkonları ve kilerleri dolduran türlü hevesler... "Evi ev yapan nedir?" sorusuna verilecek türlü yanıtlar var elbet, her bir yanıt bambaşka bir dünya görüşüne, şahsi bir hayale veya nostaljiye yaslanarak verilebilir. Ertuğ Uçar ise Bir Çift Ayak cevabını veriyor uzun anlatısında.
Ufak bir dünya tarihi okumasıyla, şehirlerde yalnızlaşmış, yabancılaşmış, işi ile uyuduğu yer arasında mekik dokuyan, mekanikleşmiş şehrin giderek makineleşen bireylerinin ilk olarak Sanayi Devrimi sonrası zuhur ettiğini, bu tipin de 19. yüzyıl edebiyatında kendine yer bulduğunu görüyoruz. İlginç olansa, iki yüz senedir devam eden bu fenomene karşı verilen mücadelenin edebiyatta izlediği seyrin bugün geldiği nokta. Modernizmin şehirleşmesine karşı doğaya dönüşü salık veren romantikler, şehri ve tahakküm sistemini yerle bir etmek isteyen anarşistler, işçi hareketinin ardından gelecek güzel günleri müjdeleyen devrimciler bu sahnede sırayla yerlerini aldılar. Ertuğ Uçar’ın Bir Çift Ayak adlı anlatısı ise mekanik şehrin küp küp evlerinde yaşayan, giderek hislerinden ve kendinden uzaklaşan bir beyaz yakalının muarızını ne uzaktaki bir büyülü doğa fikrinde ne de bu çarkı kıracak bir büyük bir devrim düşüncesinde buluyor. Aksine, bu beyaz yakalıyı kendi diğerinden ayıran yalnız bir duvar ve çelik halatların taşıdığı bir odacık.
Sistem karşıtı
Bu aşamada, meseleyi netleştirmek için biraz metinden bahsedelim. Bir Çift Ayak, yalnızlaşmış bir beyaz yakalının bir gün işten döndüğünde evde bir tuhaflık sezmesi ve bu tuhaflığın kaynağını araştırmasının hikayesi. Bu araştırma sürecinde evin ne olduğunu, yıllarca birbirinin aynı çok katlı bloklarda yaşayışını, sahip olduğu eşyaları, bu eşyalarla kurduğu ilişkiyi de gözden geçiriyor. Pes ettiğinde ise gizem çözülüyor. Öyledir zaten, aramaktan vazgeçip yenilgiye teslim olduğunda bulursun. Beyaz yakalımız da tüm evi baştan aşağı didikleyip tüm dolap ve çekmeceleri indirdikten sonra vazgeçmiş bir şekilde koltuğa yığıldığında fark ediyor duvardaki çatlağı. Bu çatlak da onu paralel çekilmiş bir telefon hattına, bu hat da duvarın arkasında bir parazit olarak yaşayan sistem karşıtına ulaştırıyor.
Tuhaflık hissinin gizemiyle açılan anlatı, kısa ama dengeli, iyi kotarılmış bölümlerle neredeyse pürüzsüz bir şekilde ilerliyor. Anlatı ilerlerken, karakterin tuhaflığın sebebini arayışı ile evini, hayatını, kendini sorgulayışı derinleşiyor. Bu arayış ve sorgulama üslup ve biçim bakımından yaratıcı olsa da, Ertuğ Uçar’ın finalde verdiği parazit fikri olmasa, edebiyat tarihinin birbirine benzer “yabancılaşmış ve yalnızlaşmış şehirli birey” anlatılarının arasındaki yerini alacaktı. Fakat Uçar, doğaya dönmek ya da siyasal bir harekete kalkışmak yerine; yüksek teknik ve uzmanlık gerektirecek şekilde, binalara parazit yaşama alanları kuran kaçkın muhalifleri edebiyatın ortak mazmunları havzasına armağan ediyor. Bu “parazitler” düşünce dünyamızı da, edebiyatımızı da daha uzun süre meşgul edecek gibi görünüyor.
Görsel: Mert Tugen
Yeni yorum gönder