Modern toplum hayatının ve insan varoluşunun en merkezi olgularından bir tanesi göç. Çok değil, 150-200 yıl önce yaşayan atalarımız doğdukları yerde yaşlanır ve ölür, olağanüstü durumlar haricinde seyahat bile etmezken, biz anne karnında uçağa biniyoruz! İçimizde dinmek bilmeyen bir gitme isteği (Fernweh) var. On yaşlarında çocuklar Avrupa’ya dil okuluna gidiyor; mutlu çiftler dünyanın öbür ucunda yıldönümü kutlaması yapıyor; sporcular, siyasiler, gençler topaç gibi dünyanın etrafında fır dönüyor. Bunlar seyahatin en üst köpüğü, yani eğlence ve hobi hali. Biraz derine inersek, altından daha hararetli mevzular çıkıyor.
Uzağa gitmeye gerek yok, kendi aile tarihimiz, deneyimlerimiz ve gözlemlerimiz yoluyla biliyoruz ki, “nerelisin” sorusuna herkes uzun göç yollarından söz ederek cevap veriyor. 19. yüzyıldan beri bitmek bilmeyen büyük ve zorunlu göç dalgaları bu konuda belirleyici elbette. Kişinin köyünün-evinin yıkılıp yağmalanması, sevdiklerinin yaşamını yitirmesi, varını yoğunu, hatta anadilini geride bırakmak durumunda kalması gibi acı hatıralarla dolu bir göçmenlik durumu, birçok insanın hayatında belirleyici. Geçmişten kopamayan, yaşanan travmayı bugün ve gelecekte yeniden üreten arafta bir varoluş, çağımızın kitlesel marazlarından.
Devletlerin, savaşların, soykırımların zorlamadığı, umutlu göçler de var. 19. yüzyıl boyunca ABD’ye doğru gerçekleşen göçler bu çerçevede değerlendirilebilir.
Fakat bir de devletlerin, savaşların, soykırımların zorlamadığı, umutlu göçler var. Daha iyi bir gelecek hayaliyle, kısmen sınıf atlamak için yapılan, daha iradi, daha orta sınıf kararlar bunlar. 19. yüzyıl boyunca ABD’ye doğru ya da İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde Avrupa dahilinde ve Atlantik aşırı, 60’larda köyden kente doğru gerçekleşen göçler bu çerçevede değerlendirilebilir. Bugün yaşadıkları toplumun kendilerine verebildikleriyle yetinmek istemeyen iyi eğitimli çevrelerin gündeminden düşmeyen, devletleri “beyin göçü” diye tasalandıran süreç de benzer bir hareket hali.
İki farklı göçmenlik durumunu zorunlu-gönüllü, yüzü geçmişe dönük-geleceğe dönük şeklinde özetlemek yanlış olmasa da, bu iki noktadan hareketle birini karamsar diğerini iyimser, birini siyah diğerini beyaz gibi tarif etmek sığlık olur. Zira kendi arzusuyla yaşadığı yeri terk etse de, yeni mekana kök salmakta zorlanan, sıla hasretinden kıvranan, hemşerileri dışında insanlarla arkadaş olamayan öyle çok örnek var ki. Yer değiştirmek kuşaklardır genetiğimize kazınmış da olsa (yani tür olarak fiziki adaptasyonun şahı da olsak) bir insanın ömrü göç etmenin toplumsal, fiziksel ve duygusal sonuçlarını hazmetmeye çoğu zaman yetmiyor.
İki kimlik, iki aidiyet, iki ev
Colm Tóibín’in romanı, sıradan bir “Amerikan rüyası” hikayesinin varoluşsal analizi. Brooklyn, hiç aklında yokken gitmenin cazibesine kapılan bir kadının ikiye bölünen hayatını trajik olmadan fakat derinlikli ve ince biçimde aktarıyor. Bir yanda, yolculuğa çıkmadan önce içi pır pır eden, heyecan ve beklenti dolu bir Eilis var; öte yanda ise Brooklyn’de, İrlandalı genç kadınların yaşadığı pansiyona çevrilmiş büyük evde kendisini yalnız, lüzumsuz, anlamsız bulan Eilis... Bir tarafta, Brooklyn’in yirmi dört saat yanan kaloriferlerini, ucuz naylon çoraplarını, bir ofiste çalışma ihtimalini, Tony’yle bir aile kurma hayalini (yeni ve güzel şeyleri) içtenlikle seven Eilis; öbür tarafta, üç yıl sonra geri döndüğü evinde her şeyi ve herkesi tanımaktan ve bilmekten (eski ve güzel şeylerden) hoşlanan, üstelik kendisi “artık o eski Eilis olmadığı” için hiç bilmediği bir hayranlık ve ilgiye mazhar olan gururlu Eilis. İki kimlik, iki aidiyet, iki “ev” sahibi olmanın mümkün olduğunu, aynı anda iki farklı mutluluk ve iki farklı mutsuzluk yaşanabileceğini fark eden genç kadının yaşadığı gelgitleri ustaca anlatmış Tóibín. Romanın kapanışı, “Eilis tarafını seçti” gibi bir yoruma açık olsa da işler eminim düşündüğümüzden daha karışık...
Yakın bir zaman içinde Brooklyn romanından uyarlanan aynı adlı filmi de izleme imkanı bulabileceğiz gibi görünüyor. Yönetmen koltuğunda John Crowley, başrollerde de Saoirse Ronan, Domhnall Gleeson ve Emory Cohen gibi isimler var. Filmin uyarlama senaryosu da tanıdık bir isme emanet edilmiş; Nick Hornby.
Romanın büyük başarılarından bir tanesi bir ilişkinin giden ile kalan tarafları arasındaki farkları ortaya koymasında. Evden gelen ilk mektupları okuduğunda ne kadar az şey anlattıklarına şaşıran Eilis, bunların içlerinde neredeyse kişisel hiçbir şey olmayan, yazanın tarzını yansıtmayan metinler olduğunu düşünür. Aralarındaki mesafe mektuplarda görünür olmuştur. Onu üzmek istemiyor olabilecekleriyle ketumluklarına bahane bulmaya çalışan genç kadın, kağıdı kalemi eline aldığında kendisinin de aynı şeyi yaptığını fark eder. Burada yaşadığı hayatı, yaptığı işi, sevdiği adamı, hoşlandığı şeyleri karşı tarafı da ikna edecek biçimde kelimelere dökmek kadına imkansız gelir. Zamanı gelince yüz yüze anlatabileceğini zannettiği şeyleri anlatması da mümkün olmaz. Eve ziyarete gittiğinde annesi ABD’deki hayatıyla ilgili tek bir soru sormaz. Olanlar hiç olmamış, sanki Eilis hiç gitmemiş gibi davranır.
Gidenler ile kalanlar, göçmenler ile yerleşikler arasında bir çelişki vardır. Yirmi yıl süren seyahatten sonra İthaka’ya döndüğü zaman herkes Odisseas’la konuşmak ister, kendilerini hatırlatmaya çalışırlar. Odisseas ne insanları ne de anlattıklarını hatırlar. Sonunda geçen yıllarda İthaka’da neler olduğunu anlatmaya koyulurlar. Halbuki Odisseas’ın tek bir hayali vardır, ona dönüp “Anlat!” demeleri. Milan Kundera’nın Bilmemek’te enfes bir şekilde anlattığı aynı çelişkidir. Sovyet rejimi çöktükten sonra Prag’a geri dönen Irene, eskiden tanıdığı insanlarla konuşurken, durmadan eskilerden bir şey anlattıklarını ya da “şunu hatırlıyor musun, bunu hatırlıyor musun” diye sorduklarını fark eder. Birden soruların ne anlama geldiğini anlar: Onların bildiklerini biliyor mu, onların hatırladıklarını hatırlıyor mu diye anlamaya çalışıyorlardır. Hiç kafasından atamadığı bir imge belirir: Önce yurtdışında yaşadığı yıllar boyunca ne yaptığına ilgi göstermeyerek hayatının yirmi yılını kesip atmışlar, şimdi de sorguya çekerek geçmişiyle bugününü yeniden birleştirmişlerdir. Sanki kolunun alt kısmını kesip elini doğrudan dirseğine dikmişler gibi...
* Görsel: Erhan Cihangiroğlu
Yeni yorum gönder