Melek ticareti yapılan bir yerde geçti gençliğim. Bir tür köle pazarıydı sanki ve siz âşık olabileceğiniz kişiyi beğenip satın alıyordunuz. O, sesini çıkartmadan peşinizden geliyordu. Kıyasıya rekabet ve çekişmeden sonra elde ettiğiniz meleğinizi yanınıza alıp pazar alanından çıkıyor, en yakın berbere yürüyordunuz. Berber, biraz ağır olsa da özenle meleğin kanatlarını tıraş ediyordu. Ağrısız ama acıklı bir şeydi bu. Meleğin kanatlarını, sizi terk edip uçup gitmesin, asla kaçamasın diye kestiriyordunuz.
O melek yalnız kalıp ağladığında tuhaf bir olay oluyordu; eğer mutsuzsa siyah, huzurluysa beyaz, başka duygulardaysa farklı renklerde gözyaşları akıyor, gözyaşları düşüp soğuk zemine çarptığında mücevhere dönüşüyordu. Ancak, hiçbir kuyumcu bu mücevherlere paha biçemiyordu. Onlara göre değersiz taşlardı bunlar. Gözyaşı kanallarında birikmiş, anılardan oluşmuş çirkin taşlardı eldeki. Yok edilmesi gereken taşlar. Göz taş dökerse herkes lanetlenirdi. Görmek taş kesilirdi.
Melek ticareti yapılan bir yerde geçti gençliğim. Hiç kimse bu acımasızlığa karşı çıkamadı; korkunç zincirlerle bağlı melekler daima gökyüzüne bakarlardı. Yüzlerini asla aşağı indirmezlerdi. Yukarıda yakalandıklarını mutlaka bilirlerdi. Özgürlükleri alınıp karşılığında sadık bir sahip verilse de bu onur kırıcı elveda, bu yok sayıcı ret onları hastalandırırdı çok zaman geçmeden.
Satın alınan her melek kısa süre sonra önce sararmaya, ardından da kavrulmaya başlardı. Gitgide küçülen ve bükülen bedeni halsizliğe boyun eğse de başları hâlâ göğe dönük, elleri topraktan güç istercesine yeryüzüne yapışık –bütün melekler güneşini ararken solmaya mahkum birer çiçek gibi mağrur– dururlardı. Çömeldikleri an, geri dönüşü imkansız gecenin adı konurdu. O kilitlenmenin, o yer ile gök arasına sıkışmanın bedeli, kanatsız bırakılmak ve yok sayılmak, yok sayıldıkça anlamsız bir aşkla ödüllendirilmek melekleri öldürmeye yeterliydi. Meleği ölümlü yapan ona duyulan aşktı.
Melek ticareti yapılan bir yerde geçti gençliğim. Kölelerin yan yana dizildiği sahnenin en gerisinde şairler ve ressamlar dururdu. Şairler meleğin adını tahmin eden şiirler yazarken ressamlar meleğin olası düşlerini resmederlerdi. Melek ne o şiirleri okurdu ne de resimlere bakardı. Gözlerine inen perde saf bir ışıktan ibaretti çünkü. Işığın arkasındaki şiirler ve resimler görünemezdi. Görmeye çalışılsa da görünemezdi. Işık melekler için iyi bir engeldir. Işık melekler için barikattır.
En korkuncunu hem melek, hem şair, hem ressam olanları yaşardı. Kendilerinin aşk için satıldığını bilir, ışık nedeniyle hiçbir şey göremeden şiir yazar, resim yaparlardı. Az konuşmayı seçerek kelimelerini korur, saklarlardı.
Ben böyle bir melekle tanışalı yıllar olmuş. Arnavutköy’de ahşap bir evde tanıdım onu. Sami Baydar diye çağrılıyordu. Her çağıranın peşinden gitmese de uzun uzun ardından bakabilmeyi öğrenmişti. O da ışık içindeydi ve yazdığı şiirler, yaptığı resimler kendisine kıvrılmıştı. Suretinin bana benzediği de rivayet edilir.
Sami, bu gezegende az kaldı. Kırk yıl dayanabildi buraya. Onu çağıran son sesin, adını söyleyen ilk şeyin peşinden gitti bu defa. Bir melek olarak satın mı alındı, sonsuz uzay ve sonlu toprak onu bir baloya mı davet etti – bilinmez.
Geride bıraktığı şiirlerinin ardından öyküleri de toplandı bir kitapta: Sese Gelen Sevgili. Hatta kitaplarına girmemiş yeni öyküleri de toplandı. Zarif bir insana, incelikler yüzünden rahatsızlanan bir ruha ihtiyaç duyuyorsanız Sami’dir o. Hayatının son dönemini neredeyse meczup olarak yapayalnız, Merzifon’da ailesinin yanında bir sürgün gibi geçiren Sami, sokaklarda dayak da yese, aşağılansa da, bir melek olduğunu bile bile sustu.
Dualarınız hedef arıyorsa, Sami Baydar, Sese Gelen Sevgili olarak tam karşınızda. Çağırın, sese gelecektir.
* Görsel: Ali Çetinkaya
Yeni yorum gönder