Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Gelelim Gezi kitaplarına



Toplam oy: 1260

Gezi ile birlikte yaşamaya başladıklarımızdan biri de herhalde merak patlaması idi. Birbirine merak, diğerinin ne düşündüğüne merak, geleceğe dönük, dünyaya dönük sanata, kültüre, yaratıcılığın sınırlarına, tüm olasılıklara dönük bir merak. Bu da kendiliğinden daha çok okumayı doğuruyor. Zaten başından beri Gezi kitaplarla iç içe geçmesiyle dikkat çeken bir hareket değil miydi? Kitap okuyan sembol aktivistlerinden giderek tüm ülkeye yayılan Gezi/Çapulcu kütüphanesine okumasız düşünülemez bir süreçti. 

 

Bu okuma dalgasının bir de kendi üzerine düşünümlere odaklanan yoğunlaşma doğurmasından doğal ne olabilir? Böylece Gezi direnişin en dinamik olduğu Haziran günlerinde başlayan bir Gezi hakkında konuşmak, söylenenleri dinlemek, düşünmek, yazmak, yayınlamak arayışı kendini türlü yayınlarla ifade etti. 

 

Gezi'nin doğuşunda Twitter, Facebook, Ustream gibi online araçların rolü de akılda tutulduğunda öncelikli yayın mecrasının web siteleri, bloglar ve sosyal medya olmasına şaşmamak gerekir. Türkiye'de blogçuluk hayli gerilemiş görünüyordu Mayıs 2013 itibarıyla. Şimdi, Gezi Haziranı'ndan sonra, bloglar yeniden son derece etkili bir döneme girdiler. İnternetten anında ücretsiz erişilebilen ve gene internetten anında ücretsiz paylaşılabilen metin-dayanışmasına uygun yazılar gereksinimi sıklıkla bloglar tarafından karşılanabiliyor. İnsanların böylesi hassas zamanlarda yazılarını paylaşacakları, kitlesel olarak retweet edip orada bir dayanışma duygusu bulacakları yazarlar medyada kalmadı. Bunun da etkisiyle daha yaygın bir kaynak havuzunun paylaşıldığını gördük. 

 

 

Gündemde patlayan bir bomba

 

 

"Bu daha başlangıç mücadeleye devam" sloganı eylemlerin sık başvurulan bir deyişi olmayı sürdürüyor ilk günlerden beri. Sözkonusu mücadelenin bir kısmının olup bitenlerin bilgisini yapmak mücadelesi olduğunu akılda tutmak gerek. ABD'deki Occupy (İşgal Et) eylemlerinin ardından çokca söylenen bir kazanım vardır: Occupy ABD'de neyin hakkında konuşulacağını değiştirdi, denir. Gündemi de değiştirdi elbet de gündemden daha fazlası burada kastedilen. Gündemde patlayan bir bomba, bir ülkedeki iç savaş, bir kıtadaki fırtına, diğerindeki deprem, Başbakan'ın bir demeci, yeni bir devlet politikasının etkileri olabilir: fakat yaygın planda Occupy'ın masaya getirdiği konular zihinleri ve konuşmaları 'meşgul' etmektedir ('occupy etme'nin bir başka anlamı uyarınca belki). 

 

Occupy masaya ekonomik sorunların politik okumasını getirmişti: gelir adaletsizliğinin küresel sonuçlarına odaklanmıştı. Eylemlerin öne çıkardığı "Biz %99'uz" söylemi %1'in ekonominin iplerini kendi lehine elinde tutuşuna karşı bir uyanma ve harekete geçme çağrısıydı. Peki Gezi masaya ne getirdi? Gezi'den sonra konuşmalar nasıl değişti? 

 

İşte 'mücadeleye devam' burada devreye girdi. Bu kez bir 'anlam mücadelesi' devrede. Gezi'nin bilgisini yapmak Gezi'nin bir parçası, Gezi'de olmanın, Gezi için ve Gezi'yle olmanın bir parçası. Parkta uzanıp kitap okumak nasıl olayların akışı sonucu protest bir edime dönüştüyse, yaşananlar hakkında yayın yapmak, düşünmek, çalışmak da protest bir ton kazandı. Buna kuşkusuz yansız anlama çabaları da eşlik ediyor. Gelgelelim değiştirmek için anlama niyetinin daha baskın olduğu da bir sır değil. 

 

Öyleyse, internetten yapılan yayınlar dışında basılı yayınlar nasıl bir seyir izledi, izliyor diye soralım. Gezi hakkında yayın yapmak biraz da telaşla, coşkuyla, panikle başlamıştı. İnsanları en fazla şoke eden duvar yazıları, sloganlar, görseller aceleye getirilmiş seçkiler paketlerinde toplanıp kitap oylumunda sunuldu. Bu kitaplar kimilerine iyi geldi kimilerine itici. Sonra Temmuz'a doğru dergiler ve özel sayılar patladı. Burada müthiş bir metin birikimi olduğunu söyleyebiliriz. Böyle topluca okuduğunuzda aynı anda ne çok kişinin aynı konular hakkında yazmış olduğunu anlıyorsunuz. "Bugün eylemde az insan vardı," diyerek eve döndüğünüz bir günde herkes evde yazı yazıyormuş neredeyse. Sonra da bu dergilerin çoğu ikinci üçüncü baskıya gittiler. Bayilerde olağanüstü bir hareketlilik yaşandı. Ne kadar çok sayıda kişinin aynı anda aynı konu hakkında okuyup yazdığını ve tekrar okuyup tekrar yazdığını hayal etmek gerek bu yazılara bakarken. 

 

 

Özel sayılar, özel dosyalar

 

Özel sayıların, özel dosyaların benim gözüme çarpanları kabaca şöyle: aylık Tempo dergisi özellikle saklamalık Temmuz sayısı, ve takibi bırakmamaya çalışan Ağustos sayısıyla, Birikim bir yanımız bahar bahçe dediği Temmuz-Ağustos sayısıyla, Atlas dergisi yeryüzü çocukları vurgusuyla hazırladığı Temmuz sayısıyla, elinizde tuttuğunuz Sabitfikir bir direnişin anatomisini çıkardığı Temmuz sayısıyla, Varlık ve Notos gibi edebiyat dergileri özel dosyalarıyla, Express dergisi bolca söyleşiye yer verdiği özel sayısıyla, Karga Mecmua Kadıköy'ü içerde tutan Temmuz sayısıyla, ve edebiyat okurlarının ve politik okurların gözlerinden kaçabilecek mimarlık dergisi XXI güçlü özel sayısıyla tartışmayı büyütenler arasındaydılar. Bant, NTV Tarih, hatta GQ Temmuz sayısını bile sayabileceğimizi söylersek resmin genişliği daha net anlaşılabilir.

 

Bu tabloya doğal olarak metin ağırlıklı kitaplar da eklemleniyor hızla. Emre Kongar ile Aykut Küçükkaya'nın günce de içeren Gezi Direnişi, Monokl Yayınları'nın teorik metinleri toparladığı Direnişi Düşünmek, 2013 Taksim Gezi Olayları, Aylak Adam Yayınları'nın 28 yazardan Gezi Parkı öyküleri derlediği Bağzı Şeylere Öyküler şimdilik dikkat çekenler. Sonbaharda daha çok metnin geleceğini ve tartışma yelpazesinin giderek çeşitleneceğini öngörmek zor değil. Bu çerçevede yayınlanacağını öğrendiğimiz özel bir de dizi sözkonusu: Agora Yayınları'nın Gezi Direnişi Broşürleri dizisi. Gezi Direnişleri Broşürleri dizisinin Noam Chomsky, Slavoj Zizek, Tarık Ali, Cihan Tuğal ve Foti Benlisoy'dan birer broşür-kitapla başlayacağını öğreniyoruz. Özellikle Cihan Tuğal ve Foti Benlisoy'un çalışmalarının isyanın içinden dilleriyle, isyan sırasında sürekli an be an internetten yayınlanmışlığın dakikliğini her bir tümcelerinde, dillerinde taşımalarıyla, ve de isyanın toplumsal dönüşüm etkisini nasıl arttırabileceğini değişik açılardan sürekli didiklemeleriyle dikkat çektikleri açık. Tuğal ve Benlisoy büyük teori üretmek için çekilen sosyalist entelektüel modelinin tersine sürekli ayakta yazmış gibiler bu yazıları, deyim yerindeyse. Tuğal'ın ve Benlisoy'un önceki çalışmalarına da bu broşürlerle birlikte geri dönülmesini de mutlaka önermek isterim. Özellikle Tuğal'ın Pasif Devrim'ini Gezi'den sonra ve Tuğal'ın Gezi yazılarıyla paralel okumak 'yeni Türkiye'yi (ve ondan da sonra gelmekte olan 'en yeni Türkiye'yi) anlamak için birebir. Sonuçta bütün problem AKP'nin pasif devrimi bozmasından, iktidarca İslamcı enerjinin massedilmesi ve toplam sistem güçlerinin büyümesi akışını bozmasından ve aktif bir devrime döndürebilir miyiz düşüncesiyle sistem içindeki diğer unsurları sistemden atmayı denemesinden çıkmış olabilir mi diye sorduruyor böylesi bir okuma örneğin. 

 

Gezi Direnişi Broşürleri dizisine dönecek olursak, dizinin ilk  kitabı Noam Chomsky'den Occupy olarak görünüyor. Anlaşılır bir seçim: Gezi'nin gerek Tahrir gerekse Occupy ile karşılaştırılarak okunmasından daha doğal birşey yok. 2011'in devrimci kalkışmaları arasında yer alan Arap devrimleri ve Occupy dalgasının 2013'deki devamı olarak Gezi'yi hisseden çok kişi vardı. Elbette farklılıklara bolca dikkat de çekildi ve bu benzerlikler, farklılıklar, rabıtalar meselesi uzun uzun ele alınmayı hakediyor. Chomsky'nin Occupy metni Gezi Parkı'nın New York'taki kardeşi Zucotti Park'ın işgaliyle birlikte kurulan birkaç mevcut yapının biraraya gelmesiyle kurulan Zucotti Park Yayınları'nın  İşgal Edilmiş (Occupied) Medya Broşürleri dizisinin de ilk kitabı. (İnsan acaba bizde de bir aşağıdan kolektif yayıncılık girişimi olarak Gezi Parkı Yayınları kurulur ve benzer işler yapar mı diye merak ediyor.)  

 

Chomsky'nin tabii bu noktada özellikle önemi anarşizan politik perspektiflere yakın olması. Tahrir-Occupy-Gezi hattındaki pek çok anarşizan öğe Occupy/Gezi broşürleri denince ilk akla gelen isim olmasını sağlamış. Chomsky'nin kitabı Occupy Boston'da yaptığı bir konuşmaya ve Chomsky ile gerçekleştirilen birkaç söyleşiye dayanıyor. 

 

Şunu da anımsatıyor: Gezi gibi kitlesel isyanlardan sonra gerçekte bir ülkede üzerinde konuşulacak şey iktidarın neyi yanlış yaptığı olur, isyancıların neyi yanlış yaptığı değil. Propaganda makineleri sürekli isyan edenlerde hata bulup, tartışılması gereken noktanın bu hatalar ve defolar olduğunu seri biçimde pompalıyor son günlerde. Medyanın neredeyse tamamen iktidar güdümüne alınıp eleştirel kapasitesinden soyunduğu, gözetleme teknolojilerinin türlü tehdit söylemleriyle büyütüldüğü günlerde birbirimizle konuşmanın kritik formlarından biri olmakta da olabilir tüm bu dergiler ve kitaplar. 

 

 

Kapitalizmin 1970'lerde sonra yaşadığı değişimler

 

 

 

 

Chomsky'nin tartışmaya en önemli katkılarından biri herhalde kapitalizmin 1970'lerde sonra yaşadığı değişimlerin bugünkü isyanlara etkisi konusunu kurcalaması. Chomsky buna zenginliğin finans sektöründe toplaşması diyor. 1970'leri endüstrileşmenin iptaline, üretimin yer değiştirmesine,  ve finansal kurumların inanılmaz büyümesine bağlıyor. Sonuç olarak Occupy hareketlerinin isyan ettiği yeni düzende, % 1'i oluşturan finans sektörü ağırlıklı aşırı zenginlerin (plutonomi'nin, veya plutark'ların idaresinin) karşısına % 99'u oluşturan prekeryayı koyuyor. Bu nokta son derece hayati. Prekeryayı Türkçeye güvencesiz işçiler diye çevirmek durumunda kalabiliyoruz ama prekeryada güvencesizlikten çok daha ağır çeken bir şeyler mevcut. Preker çağın insanları Chomsky'nin de işaret ettiği gibi 'preker bir varoluş'un içinden konuşuyorlar. 

 

Türkiye'deki isyanın ne önceli Occupy gibi ne de ardılı Brezilya isyanları gibi ekonomik temelli olmadığı iddiası çok konuşuldu malum. Dizideki broşürlerde de sık sık ele alınıyor. Ancak bu noktada bir iki belirsizlik var. Birincisi Türkiye'deki isyanın başlangıcı gözü dönmüş bir rant yıkımına karşı (ağaçlarda simgeleşen) hayatı savunmakla başlamıştı. Peki bu inşaat ideolojisinin küresel bağlarına bakarsak neler görürüz? Özellikle de finansallaşan kapitalizm ile bağlarına. 

 

Açıkçası (neoliberalizmden daha kullanışlı bir kavramlaştırmayla) finansallaşan kapitalizm çağında yaşıyoruz. Finansallaşan kapitalizmin en önemli araçları emlak ve spekülasyon. Finansallaşan kapitalizm paranın yer değiştirmesiyle büyüyor. Ve bu yüzden de seri olarak, özellikle de ABD'deki uzmanlar (büyük ABD bankalarındakiler sözgelimi) birbiri ardına yeni yükseliş hikayeleri kaleme alıyorlar, yeni balonlar icat ediyorlar. Bu hikayeler üretilmiş, yazılmış, uydurulmuş, şişirilmiş olabilir ama içleri tamamen boş değil. Yükselmelerini sağlayan gaz somuta da yer yer dönüşüyor. Türkiye bu ekonomik patlama hikayelerinin ortasında duruyor. Türkiye balonunu ayakta tutan nedir diye sorulduğunda herkesin kafasında tek bir şey var: inşaat. İnşaat satılan demir çelikle veya paryalaştırılmış işçilere iş sahası açmasıyla balonu büyütüyor değil. İnşaat yarattığı emlak spekülasyonlarıyla balonu büyütüyor. Üçüncü köprüler, üçüncü havalimanları, kanal hayalleri, Taksim'de altüst oluşlar, her yerde yıkımlar ve yeniden yapımlar ve değeri birdenbire artacak arazi hikayeleri Türkiye balonunun kaçınılmaz öğeleri.  

 

Türkiye'nin ekonomik büyüme balonunu Gezi ile ilişkisi çerçevesinde nasıl kavramak gerekir ve bu durumun finansallaşan kapitalizmle ve % 1'e isyan etrafında örgütlenen Occupy Wall Street eylemleriyle bağları nelerdir diye sorarak başlamak birkaç açıdan bugünü ve elimizdeki çeşitli tartışma metinlerini anlamayı kolaylaştırabilir. Türkiye 2007 krizi sonrası üretilen bellibaşlı ekonomik yükseliş balonlarından biri sayılıyor. Hem CIVETS (altı yükselen ekonomi olarak gösterilen Kolombiya, Endonezya, Vietnam, Mısır, Türkiye ve Güney Afrika için kısaltma) hem de MIST (Meksika, Endonezya, Güney Kore ve Türkiye için kısaltma) içindeyiz. Emlak fiyatlarındaki yükseliş bunun ana bir damarı. Balonu büyütmesi gerekiyor iktidarın bunun sürekliliği için. Tam böyle bir çılgınca balon büyütme sürecine halkın (kendi deyimleriyle 'marjinal ve çapulcu %50'sini') tasfiye etmeye ve sistem-dışı kılmaya kalkışmak halkın aşağıdan asılamayacağı kadar yükselen balonu bir ağaca tırmanıp patlatmasıyla sonuçlanmış olabilir mi? Türkiye balonuyla patlayan emlak hareketleri evde zor tutulan % 50'ye doğru mu akmaktadır? Türkiye'deki borçlanma oranlarıyla siyaset arasındaki ilişkileri okuyacağımız araştırmalar bulmak neden bu kadar güç? En zenginlerimizi ve nasıl gelir elde ettikleri bilgisine erişmek dahi güç.  

 

 

 "Sistem müslümanlara karşıdır"

 

 

AKP'nin büyük başarısı, ve dünya sisteminden de destek görmesinin en azından ekonomik açıdan ama aslında sosyo-politik açıdan da temel sebeplerinden biri İslamcıları da Türkiye'deki sisteme katmayı başarmasıydı. 1990'larda İslamcı hareketin pek çok propagandisti "sistem müslümanlara karşıdır" diyerek görüşlerini yayıyordu. Orhan Pamuk'un Kar'ını doğuran ortam buydu. Pek çok radikal İslamcı hareket kesinlikle öyle görüyorlardı ama kimi merkezi öğeler bile kendilerini birer sistem-karşıtı hareket üyesi gibi görüyorlardı. Kendi içlerindeki dayanışma reflekslerinden örgütlülüğe, siyasal toplumun düzenlenmesine kadar her şey bu sistem-karşıtı hareket olarak İslamcılık algısıyla içiçeydi. Kar, Ocak 2002'de yayımlandı. Sonra Kasım'da AKP geldi. Sonra giderek İslamcılar İslamcılıklarından indirilip devletin (ve sistemin) İslamcılaşması ölçüsünde ama kendilerinden de neoliberal yeni düzene belirli bir (sosyal ve kültürel) akışla sistemin bir parçası haline geldiler. 

 

Antikapitalist müslümanlar ve devrimci müslümanlar gökten zembille inmediler. Ansızın Gezi ile de ortaya çıkmadılar. Bunlar İslamcılık muhalefetteyken yapılan devrimci propagandayı ciddiye almış kişiler, inanarak bu görüşleri savunmuş kişiler olarak veya bu görüşlere inanmanın, bunları sahiden savunmanın bugünkü devamları olarak belirdiler. Sistem finansallaşmış İslamın cisimleşmiş haline dönüşünce bunlar için sistem-karşıtı sol/laik hareketlerle kendileri arasındaki sınır bulanıklaştı. Aynı şekilde sol/laik/kemalist/sosyalist-anarşist kesim için de ama daha çok bu devlete duygusal yatırım yapmış merkez sol-kemalist vs kesim için bir boşta kalma durumu ortaya çıktı. Ciddi bir kalabalık için sistem yitti. Türkiye Cumhuriyeti'nin ortadan kalktığı duygusuna kapıldılar ve isimlerine bu kayıp kıta Atlantis'in baş harflerini (TC) sosyal medyada ekleyerek dışarıda somut dünyada artık olmadığına inandıkları cumhuriyeti kendi kişisel kimliklerinden yeniden hayal etmenin yollarını aramaya koyuldular. Ülkenin belki yüzde 30'u kendini haymatlos gibi hissetmeye başladı. Hiç bir yerin yurttaşı değil gibi. Zaten sistem de onlara 'onlar' veya 'bunlar' diye hitap eder, "bizim yurttaşımız olmanın koşullarını yerine getirmediğinizden yurttaşlığınız iptal edilmektedir" mesajı verir olmuştu. Gezi isyanı sırasında çeşitli karşılaşma anlarında polis memurları (sistemin bu söylemini yukarıdan aşağıya içselleştirmiş bireyler olabildikleri ölçüde) bunu defalarca net bir şekilde eylemcilere ifade ettiler. Artık 'onlar' vatandaş değillerdi. Fakat marjinal teröristlerin vatandaşlık haklarını kaybedip her şey yapılabilir istisnai insan muamelesi görmelerinden farklı olan nokta bu kadar büyük bir kalabalığın vatandaşlıktan çıkarılma duygusu yaşaması diye düşünüyorlardı. Açıkçası 'onlar'ın parçası olduğu devlet yabancılarca yıkılmış gibi yaşıyorlardı süreci. O yüzden de Başbakan'dan daha ilk günde söylemsel düzeyde bu kadar kolay koptular. Herhangi bir Başbakan ile yurttaşları ilişkisinin konforunu, normalde parlamenter düzene ve düz tabirle düzen ve yasaya inanan insanlar olmalarına karşın yitirdiler. 

 

Bu durumda Başbakan'ın marjinaller dediklerinin, yani aslında gerçekten marjinal olan -ya da düne kadar gerçekten marjinal olan diyelim- antimilitaristlerin, ekolojistlerin,  anarşistlerin, LGBTT'nin, veganların, örgütsüz bağımsız küçük küçük birimler halinde dağınık işler yapagelen envai çeşit örgütsüz muhalifin değerlerine ciddiyetle baktılar. Balkonda pembe domates yetiştirmenin anlamı değişti. 

 

Sosyalist solun değerleri herkes tarafından gayet iyi biliniyordu ve pek kimse için bir cevap duygusu uyandırmıyordu. Mesele devleti ele geçirmek olsa zaten kitle devleti kemalizmle ele geçirmeyi tercih edecekti, o olmadı ferdiyetçiliğe de izin veren liberalizmle belki, sosyalizmle değil. (O yüzden, Tarık Ali eylemler sırasında neoliberalizmi savunduğu için sokaklarda olan insanlara rastlayabilmişti.) Devleti değil sivil hayatı politize eden aşağıdan dönüştürme hareketleri beklenmedik bir popülarite kazandılar. 2000'lerin başlarında küreselleşme karşıtı hareketin meşhur doğrudan demokrasi deneyleri, el kol hareketleriyle evet-hayır-çokuzattın'ları 10 yıl sonra Türkiye'de herkesin hakim olduğu iletişim araçları oldular. Mesele devleti ele geçirmek değil kalabalık bir haymatloslar grubu olarak hayatı geri almak olunca anarşistlerin, veganların, türlü marjinallerin yatay, hiyerarşisiz, aşağıdan hareketlere dayanan dünyaları çok daha cazip oldu. 

 

AKP'nin referandumdan sonra ülke yurttaşlarının genel bir konsensusuna hiç gerek duymaz noktaya geldiği, çemberi içine çekilmeyenlerle diyaloğa gerek görmezleştiği söylenebilir mi? Pasif devrimin etkisi merkezi büyütmek ve (İslamcı) muhalefeti massetmek noktasında durmak olmalıydı belki de. Onun yerine merkezin niteliğini ve kadrolarını değiştirip İslamcı sistem-karşıtı muhalefeti İslamcı sisteme dönüştürken laik sistemi de laik sistem-karşıtı muhalefete dönüştürmek yükselen Türkiye balonunun imalarına da ciddi biçimde tersti. 

 

 

İslamcıları da içeren Türkiye sistemi

 

 

 

 

Aslında liberaller de şunu gördüklerinden seviyorlardı AKP'yi: İslamcıları da içeren Türkiye sistemi çok daha güçlü bir sistemdir, çok daha dayanıklı bir sistemdir. Hem tüketicisi büyümüştür, hem ekonomisi, hem dünya vizyonu genişlemiştir, hem her türlü yerel ve küresel balon yaratma faaliyetlerine uygun malzemelerin kaynaştığı bir ülke haline gelmiştir hem de otoriter bir yapıyı korumaya çalışmanın gereksiz maliyetlerinden kurtulmuştur. Yatırımını, muhalefeti bastırmak, toplumu terörize etmek gibi manasız masraflarla oyalamak yerine, spekülasyonu büyütmek gibi balon için son derece gerekli işlere yapabilir durumdadır. Hele buna bir de Kürtler de dahil edilse, Kürtler de sistemce massedilse, Kürtler de sistemin sistem-karşıtı muhalifleri olmaktan çıkarılıp sistemin parçaları haline getirilse, ekonomi iyice patlar, balon iyice büyür, her şey tavan yapar duygusunun eklendiğini düşünün. Elbet, türlü ortak enerji (petrol ve doğalgaz) planlarını da hesaba katarak.  

 

2011'den sonra iktidar halkın büyük kısmını küçük küçük parçalara bölüp güvencesiz konumlara iterek sosyo-kültürel anlamda preker varoluşlara sürüklüyordu. Gezi Parkı'ndaki beklenmedik insani deney bütün bu anlayışların üzerinde inşa edildiği finansallaşan kapitalizmin ahlaki mantığını sarstı. Artan yayınlar, daha da çok yazmak daha da çok okumak daha da çok konuşmak daha da çok dinlemek gerekecek bir dönemin geldiğini haber veriyor. 

 

Bir 'balon ekonomisi', sermaye girdisi için borç oranını arttırmaya dayanıyorsa eğer emlak da onun ana sektörü ve en büyük bileşeni olacaktır. Bu anlamda parkın AVM olmasına itiraz dolaylı olarak balon ekonomisine yapılan çılgınca yaşamsal ve ekonomik yatırıma itiraz, giderek finansallaşan kapitalizme itiraza dönüşür gibi oldu bu süreçte. Ama tersi sırayla değil, yani insanlar zaten finansallaşan kapitalizme karşı olduklarından ve yaşamlarındaki yansımasını bir direniş noktası olarak belirlediklerinden değil. Yaşamlarındaki küçük bir çatlağa itiraz etmeye kalkınca karşılarında finansal kapitalizmi bulduklarından ve alternatif arayınca da önlerine 'marjinal' alternatif yaratma emeklerinin biriktirdiği kültür çıktığı için. Biraz da, komünal ilişkilerin, en az ağaçlar kadar, doğal olması sayesinde, Gezi 'Taksim Komünü'ne dönüşür dönüşmez herkes büyük keyifle komünal ilişkilere katıldı ve bu katılımın hazzından aldığı 'başka bir olasılık varmış' duygusunu büyüttü. İşte burada en büyük erklenme doğmuş oldu. Erklenme sadece iktidara karşı dirençle oluşmadı, merkezi karar alma mekanizmalarına karşı direnişle, merkezi sloganlara direnişle, merkezi ses sistemlerine direnişle de karşımıza çıktı.

 

Gezi kitaplarında bundan sonraki akış nasıl olacak? Yoğunluğun artma ihtimali yüksek. Ayrıca daha fazla genç sesin kitapların platformunda da söz alacağını varsayabiliriz.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.